Hangi zamanda yaşamış olursa olsunlar, insanlar karşılaştıkları olaylar karşısında hep aynı temel mekanizmayı kullanırlar. Şöyle ki, insanın karşılaştığı her yeni durum, çözmesi gereken bir problem niteliğindedir ve böyle bir durumda ise kullanabileceği tek mekanizma, algılarına hitap eden bilgileri, mevcut bilgileriyle karşılaştırarak, ne olduğunu ya da ne olabileceğini anlamaya çalışmaktır.
İşte, her insan için söz konusu olduğu gibi geçmiş dönemlerin insanları da, kendileri için yeni bir olgu olan uçan araçlarla karşılaştıkları zaman bu zorunlu mekanizmaya yönelerek onları tanımlamaya çalışmışlar; mevcut bilgileri arasında böyle bir bilgi bulunmadığı için de, var olan bilgileriyle anlamaya, anlatmaya çabalamışlardır.
Ve birazdan ilginç tasvirlerinden örnekler göreceğimiz bu insanların da, şayet daha önce bahsedilen Hint havacılık rahiplerinde olduğu gibi önbilgiler edinebilme şansları olabilseydi, şüphesiz çok daha farklı da düşünebilirlerdi: “Kanatlı at, Pegase havaya kalktı, yükselmeye devam ederek yıldızların arasına karıştı ve orada bir yıldız olarak kaldı.”
UFO’lar bazen taşıyıcı özelliklerinden dolayı olsa gerek, at türü hayvanları ile tanımlamaya çalışılmış ve hatta Yunan mitolojisinde yer alan bu örnekte görüldüğü gibi tamamen özdeşleştirilmişlerdir. Bunun en hafif örneği ise Hz. Muhammed’in “Kanatlı Burak” tanımı olup, hatırlanacağı üzere, sadece ölçüsel mukayese için söz konusu bineklerden söz edilmekteydi ve bir olasılıkla kendisine ruhlar tarafından verilmiş bir biniti kullanan aracı insanlardan, eski Türk dini Şamanizm’de şöyle söz edilmektedir: “Çok eski devirlerde, boz bir atın sırtında göklere çıkan kudretli şamanlar bulunmaktaydı. Devlet işlerine de karışan bu şamanlar, ruhlar ile insanlar arasında habercilik yaparlardı.”
Tekrar kanatlı at Pegase örneğine dönecek olursak, bu binek aracının dikey olarak yükselmeye başladığı, gökyüzünde küçülene kadar izlendiği ve gökte parlayan yıldızlardan ayırt edilemeyecek hale geldiğinde ise orada sabitleştiğinin sanıldığı açıktır. İşte bu yoruma neden olan faktör, uçan at diye nitelenen taşıtın bir yıldız gibi ışımasıdır ki, şimdi bu durumu açıklayıcı iki bilgiyi Yunan mitolojisinden ve kutsal kitap Tevrat’taki kayıtlardan izleyelim: “Güneş ışınlarına ne çok benzer bu atlar! Hiç görmedim, duymadım bunlar gibisini!” “Ya Rab, atlarına bindin ve parıltısı ışık gibiydi.”
UFO’ların ışıklarından dolayı doğrudan gökteki yıldızlarla özdeşleştirildiğine dair, çeşitli mitolojilerde ve hatta yakın çağlarda oluşturulmuş tarihsel kayıtlarda mevcut birçok bilgi bulunmaktadır:
Romalı tarihçi Erodianus’un eserlerinde, eski çağlardaki bazı yıldızlardan bahsediliyor. Bunlar gün ortasında havada asılı durmaktadırlar.
Plinius’un bir eserinde şu olay yer alır; Gece vakti, bir yıldız parçası dünyaya yaklaşırken parıltısı arttı ve Ay büyüklüğüne ulaştıktan sonra, bulutlu bir gündeki aydınlık kadar ortalığı aydınlattı ve sonra tekrar göğe yükselerek gitti.
“M.Ö. 175 yılında, İtalya göklerinde yıldızların dolaştığına dair kayıtlar tutulmuştur.”
Ve eski Güney Amerika kabilelerinden biri, gözlemledikleri üçlü bir UFO olayından oldukça etkilenip bunu şiirleştirmişlerdir: “Gün ışığında bir ateş çemberi düştü. Bir arada üç yıldız, alev alev. Batı’dan geldiler, Doğu’ya gittiler uçarcasına. Herkes gördü bunu, göklere yükseldi çığlıklar.”
Dikkat edilirse, bunların toplu bir göktaşı olayı olmadığı anlaşılacaktır. Çünkü söz konusu yıldızlar, önce batıda kalan bölge üzerine bir düşey iniş ve hemen ardından doğuya doğru yatay bir uçuş gerçekleştirmişlerdir.
Şimdi bir diğer yıldız özdeşleştirmesini Yunan mitolojisinden izleyelim:
“Tanrıça Afrodit’in bulunduğu çevreden iki yıldız hiç eksik olmazdı. Bu iki yıldız, onun emrine uyarak bazen düğün alaylarının üzerinde ilerlerdi.” (173:86)
Ve bunu anlayabilmek için Yunan mitolojisinden bir başka saptamayı görelim: “Tanrıça Athena, bulutların arasından hızla fırlayan korkunç bir ışıktan başka bir şey değildir.” (98:28 )
Halbuki aynı mitoloji, tanrıçanın güzel bir kadın görünümünde olduğunu da defalarca bildirmektedir. Aslında bir çelişki bulunmayan bu duruma göre; bir kutsal varlığın en önemli belirleyicisinin, onun gökten inişteki görünümü ya da diğer bir deyişle onu taşıyacak aracın ışıkları olduğu çok açıktır ve anlaşılacağı üzere, söz konusu yıldızlar da, tıpkı Athena’yı insanlar arasına getiren ışıklardan başka bir şey değildir. Burada puspaka arabası ile güneş gibi bir ışıkla parlayan Burak akla gelmektedir. Çünkü tanrıçanın yakın çevresinde havada asılı bekleyen bu iki yıldız da aynı tepkileri göstermekte, yani verilen komutlara hemen uymaktadır.
UFO’ların ışıksal değil, biçimsel özelliklerine öncelik verilerek yapılan tasvirleri de oldukça çok sayıda olup, şimdi bunlarla ilgili birkaç örneği izleyelim:
İtalyan tarihçi Egnardo, M.S.810 yılında, Aquisgrara göklerinde kocaman bir kürenin ışıklar saçarak yere doğru yaklaşıp sonra da batı yönüne doğru uzaklaştığından söz ediyor.
Fransız Aziz Georges’in tarih kitabında, şu kayıt da bulunmaktadır: M.S.583 yılında çok parlak bir küre Fransız toprakları üzerinde uçtu.
1697 yılında, Almanya’nın Hamburg kenti semalarında çok yavaş bir hızla ilerleyen ve ortasında küresel bir kısım bulunan çok parlak daire şeklindeki araçlardan söz edilmektedir. (59:107, 111)
M.S.90 yılında İtalya’nın Spoleto şehrinde, şafak vakti gökyüzünde bir ateş kümesi gözüküyor. Altın yaldızlı bu küre aşağıya doğru düşer gibi alçalıyor, hemen sonrasında aniden yükselerek batı yönünde uzaklaşıyor. (87:151)
M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış filozof Aristo, bizzat kendisinin gökte gördüğü cisimleri, “cennetten dökülen diskler” olarak tanımlamıştır. (11:139) Aristo, bu kadarını düşünebildiğinden mi yoksa başka faktörlerin etkisiyle mi gelen yerine dökülen tabirini kullanmıştır. Bu bilinmez, ancak disklerin kaynağı konusundaki yaklaşımı oldukça ilginç görünmektedir ve cennetlerden dökülen bu diskleri Aristo’dan başkaları da görmüş, üstelik her gördüklerinde yerlere kapanarak, topluca tapınarak onlara birer tanrı muamelesi yapmışlardır:
Keltlilere göre tanrı Taran, aydınlık bir disktir. Kartacalılara göre tanrı Tanit, konik gövdeli bir disktir. Mısırlılara göre tanrı Aton, ışıklar saçan kırmızı bir küre, tanrı Horus ise kanatlı bir disktir. (67:60, 65, 149, 160) Söz konusu toplumlarda bu isimlerle tanınan tanrılar, insan ya da hayvan başlı diye yorumlanan gerçek görünümleriyle de göründükleri halde, onlar asıl tanrı bedenlerinin iki ayaklı formlardan çok daha öte ve daha muhteşem görünümdeki bu uçan kütleler olduklarına karar kılmış ve yapılan tasvirlerde UFO’lar birer tanrı oluvermiştir. İnsanları bu ilginç yaklaşıma ve sonrasına yönelten neden neydi, bu yönelimlerinde çok mu haksızdılar? Şayet konuya en basit açıklayıcı bilgiden yoksun bu insanların bilgi düzeyinden bakarsak, onları anlayabilmemiz kolaylaşacaktır. Hiç bilmedikleri bir maddeden yapılı garip ve değişik şekilli bir gövde ve üstelik bazen kanatlı ve ışıl ışıl! Kendileriyle gökten konuşuyor, tanrı olduğunu ve emirlerini söylüyor. Karşı gelindiği zaman ise korkunç gürültüler çıkarıp yıldırımlar yağdırarak onları cezalandırıyor! İşte korkunç gürültüler, yakıcı ışınlar çıkarabilen ve zaman zaman yanlarına inen ve garip görünümlü bedenlerle de gelebilen, istediklerinde göklere tekrar dönen bu esrarengiz varlıklar, olsa olsa Tanrı olmalıydılar! Zaten kendileri de öyle söylemekteydiler. O halde neden dediklerini yapmasınlar, neden inanmasınlardı? Fakat çevrelerindeki insanların tüm bu yönelim ve yönlendirmelerine karşın yine de inanmak istemeyen ve tanrılarla aradaki farkı kaldırmak için çırpınan insanlar da olmuştur.

Eski Yunanistan’daki Salmone şehrinin kurucusu Salmoneus, tanrı Zeus ile boy ölçüşmeye kalkar. Kendisinin Zeus gibi olabileceğini sanan Salmoneus, tanrı gibi gök gürültüsü sesi çıkaracağım diye durmadan gürültülü sesler çıkaran demir tekerlekli bir araba yaptırmaya karar verir. Tunçlar döşediği bir de yol yaptıran Salmoneus, üstünden bu arabayı geçirmiş, araba giderken, arkasına takılı ağır zincirleri de sürüklüyormuş. Böylece gürültü patırtı ile giderken, bir yandan da Zeus’un attığı yıldırımlar niyetine, sağa sola yanan cerağlar atılmış. (30:34), (42:215)
Tanrılar, şehrine geldikten sonra bir ihtimalle itibar çekişmesi yapan Salmoneus, tanrıları Tanrı yapan en belirgin özelliklerinin gürültülü bir araba olduğuna karar vermiş olmalı ki, önce bu sesli arabayı daha da önemlisi o tanrısal sesi elde etmekle işe başlamıştır.
Özellikle vurgulamak gerekiyor ki, bu kadar önem verilen; çünkü dikkatleri çeken bu Tanrı’ya özel ses, dünyanın çeşitli mitolojilerinde ve hatta semavi dinlerden biri olan Musevilikte de görülmektedir. Nitekim, ilk çağlardaki Yahudiler, gök gürültüsü işittiklerinde Tanrı Yehova’nın sesi derlerdi. (43:102)

Moğolların eski dinlerinde, gökyüzünde uçan ve esrarengiz yaratıklar taşıyan ışıltılı kabuklardan söz edilmektedir. (87:136) Yunan mitolojisinde, gökte uçan altın parıltılı bir posttan bahsedilir.(66:76) Mezopotamya tanrılarından Nusku, tanrılardan haber getiren kutsal ateştir. Çarık biçimli bir lamba ile sembolize edilir. (67:98) Eskiçağ Roma’sında yazılmış bir otobiyografide, yazar şahit olduğu Ufolojik bir gözlemini şöyle anlatır: Vadiye geldiğimizde gece olmuştu. Floransa’ya doğru baktığımızda ikimiz birden aynı anda bağırdık: Aman Tanrım! Floransa’nın üzerinde duran şu kocaman şey nedir ki? Bu şey kocaman bir ateşten direğe benziyordu. Gözleri kamaştıran bir ışık saçarak parıldıyordu. (59:110) Gözlemcilerin telaşla birbirlerine sordukları bu soruya en açıklayıcı yanıt, Tevrat’ın şu ayetlerinden gelmektedir:
“Ve Rab, onlara yol göstermek için, geceleyin onlara ışık vermek için ateş direğinde, önlerinde gidiyordu.”
Anlaşılacağı üzere aynı tanrı olmasa da ve kimseye yol göstermeyip sadece bir şehri seyrediyor olsa da sonuçta bu tanrı da Tevrat’ın tanrısı gibi bir Rab olsa gerektir. Çünkü her ikisinin de birer benzeri taşıta ihtiyacı olduğu tartışılmayacak kadar belirgindir. Pliny’nin M.Ö. 100 yılında yazdığı bir eserinde şu olay anlatılır:
Lucuis Valeirus’un konsüllüğü döneminde, alev alev yanan ve kıvılcımlar çıkaran bir kalkan, doğudan batı yönüne doğru uçarak gitti. (11:139)
Livius, M.Ö. 214 yılında Adria kentinde gökyüzünde bir mihrabın görüldüğünü ve üstünde beyazlar giyinmiş insan görüntülerinin fark edildiğini yazmaktadır. (59:100)
Bu olaydan 8 asır sonra, bu kez Arap yarımadasında görülen bir kürsü üzerinde fark edilen ise melek Cebrail olup onu ilginç taşıyıcılarından biriye gözlemleyen ise İslam peygamberi Muhammed’dir: “Bir defasında ben yürümekte iken, gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırınca ne göreyim! Hıra dağında iken bana gelen melek! Yerle gök arasında, bir kürsü üzerinde oturup duruyor! Ondan pek korktum, hemen evime dönerek, beni örtün, beni örtün dedim.” (70.1:73/255)
Sahih bir hadisten öğrendiğimiz bu olay peygamberliğin henüz ilk yıllarında gerçekleşmiş olup Hz. Muhammed’in bu melekle daha ikinci karşılaşmasıdır. Bundan sonraki 20 yıl boyunca ise daha birçok karşılaşma gerçekleşecek ve Hz. Muhammed hem bu meleğe, hem de onun büyük küçük tüm taşıtlarına alışacaktır.
Şekilleri ve detaysal nitelikleri ne olursa olsun sonuçta birer UFO konusunda olan bu taşıtları tanımlamada kullanılan ilginç yaklaşımlardan birisi de, uçma ve kanat özellikleri açısından benzerlik kurulan kuşlar olmuştur. Bu durumu niteleyen çok sayıda örnek bulunmaktadır. Fakat bunların içerisinde öyle bir kısım vardır ki, onlara baktığımızda bir kuş olarak tasvir edilen UFO’ların aynı zamanda Tanrının kendisi olarak kabul edildiğini de görmekteyiz:
“Türklerde kartal, gök tanrının sembolü sayılmaktaydı.” (56:21) “Altaylarda yaşayan Telcüt Türklerine göre, Tanrı Merküt dev bir gök kuşudur.” (73:599) “Yunanlılar için kartal, Tanrı Zeus’un sembollerinden biriydi.” (98:23)
Zeus, bu sembolüyle olduğu, daha doğrusu söz konusu kartala girerek insanlara göründüğü anlar dışında bir başka sembolüyle yani insan biçimiyle de görünmektedir ve anlaşılacağı üzere tanrıların sadece içinde yer aldıkları bu taşıtların yorumsal biçimleri, tanrıların birer beden görünümü olarak da kabul edilmiş ve taşıyıcı uzay araçları birer kuş-tanrı yani tanrıların asıl sureti konumuna yükselmişlerdir.
Şimdi İslam dininin emir ve yasaklarını Tanrı’dan Hz. Muhammed’e getiren melek Cebrail’in, tüm kanatlarını da açarak asıl suretinde, yani taşıyıcı aracına girmiş haldeki bir görünümünü izleyelim:
“Resulullah, Cebrail’den asıl suretinde kendisine görünmesini istedi. O vakit, her taraftan bir karartı peydah oldu. Sonra o karartı yükseldi ve genişlemeye başladı. Bu Cebrail idi. Resulullah O’nu görünce düşüp bayıldı, daha sonra Cebrail insan şekline dönüp kendisini ayılttı.” (19:63)
Onun bayılmadan önce gözlemlediği genel özellikleri, sahih hadislerde mevcut bilgiler ışığında anlamaya çalışalım:
“O’nu gökten inerken vücudunun büyüklüğü yer ile gök arasını kaplamış halde gördüm.” (70.1:77/287)
“Resulullah, Cebrail’i altı yüz kanatlı olarak gördü.” (107:9/1334)
“Resulullah Cebrail’i göğün etrafını yeşil bir kumaş halinde Cebrail’in kanadı ile kaplanmış halde gördü.” (107:9/1335)
Evet bu devasa melek ya da melek taşıyıcı, Hz. Muhammed’e 300 çift kanadın yer aldığı suretiyle adeta özel bir gösteride bulunmuş olup bu ilginç iniş Kuran’da Tanrı tarafından da anlatılmaktadır:
“İnmekte olan yıldıza and olsun ki, üstün akıl sahibi melek doğruldu, kendisi yüksek ufukta iken. Sonra yaklaştı, yere doğru sarktı. İki yay uzunluğu kadar ya da daha az kaldı. Kuluna vahyettiğini vahyetti.” (7:53/1, 6-10)
Şimdi, tıpkı Cebrail’de görüldüğü gibi bir insan görünümünde iken istediğinde değişebilen, altı yüz kanat bulunduran devasa gövdelere olmasa da beyaz kuğu gövdelerine dönüşebilen bazı tanrıları izleyelim:
“Cermenlerde, Valkiri denilen tanrılar insan şeklindedir ve bazen de kuğu şekline girerler.” (67:202)
“Macar ve Finliler ile akraba olan Vogul ve Ostyaklara göre, Tanrı Ayas ara sıra bir kuğu şekline girmekteydi.” (73:493)
Cermenlerde kuğu, beyaz bulutların bir sembolü olarak kabul ediliyordu.(73:493)
Anlaşılacağı üzere, tanrıların gerçekte sadece girdikleri iri beyaz gövdeli taşıtları, bazen bir kuş bazen de yine kuşlar gibi gökyüzünde bulunabilen ikinci seçeneğe benzetilmektedir. Nitekim bu iki zorunlu seçeneğin aynı anda tanrıya uygulandığı bir örnek, bu durumu daha da aydınlatmaktadır:
“Antik Yunanlarda, Tanrı Zeus’un girdiği şekil bazen bulut, bazen ise kuğu şeklinde tanımlanmaktaydı.” (173:13, 90)
Şimdi tanrıların yolculuk hizmetlerinde kullandıkları bu kutsal nitelikli bulutların ilginç bir yaklaşımla isimlendirildiği bazı ayetleri Tevrat’tan izleyelim:
“Ve gündüzün yürüsünler diye, Rab onlara yol göstermek için bulut direğinde, önlerinde gidiyordu.”
“Ve önlerinde giden Allah’ın meleği yerini değiştirdi. Bulut direği, önlerinden yerini değiştirip arkalarında durdu.” (57.A.2:13/21, 14/19)
Burada özellikle ikinci ayete dikkat edilirse, yer değiştirme olayı iki ayrı cümlede farklı tabirlerle anlatılmış olup böylelikle bu taşıyıcı bulutun Allah’ın bir meleği konumunda olduğu vurgulanmaktadır ki, nitekim bu sadece Yahudi kavminin önyargılı bir gözlemi olmayıp bizzat Tanrının kendisi de aynı nitelemeyi yapmaktadır:
“Ve Rab Musa’ya dedi: İşte meleğim senin önünde yürüyecek.” (57.A.2:32/33-4)
Şimdi çöl ortamında ilginç bir sahneyi, Bir Tanrı bulutunun önünde gerçekleşen tapınma olayını izleyelim:
“Ve vaki olurdu ki, Musa çadıra çıktığı zaman, bütün kavim kalkar ve herkes kendi çadırının kapısında dururdu ve Musa, çadıra girdiği zaman bulut direği iner ve çadırın kapısında dururdu ve Rab Musa ile söyleşirdi ve çadırın kapısında duran bulut direğini bütün kavim görürdü ve bütün kavim kalkar ve herkes kendi çadırının kapısında secde kılardı.” (57.A.2.33/8-10)
Şimdi bir UFO’nun renkli bir bulut ve bulutun ise melek gövdesi sanıldığı Şamanist bir inancı izleyelim:
“Yayık kızıl bulut sırmalıdır.” (50:33)
Tanrıyla insanlar arasında aracılık yapan bir diğer Yayık ya da kızıl ışıklı UFO ise kadim Hindistan’da gözlemlenmiş ve çok daha gerçekçi olarak şöyle yorumlanmıştır:
“Gökyüzünden bize doğru gelmekte olan, ışıklar saçan bir ateşin alevlerini andıran kırmızı bir bulut kütlesi gibi bir şey gördük.” (16:51)
Ve bu ışıltılar saçan bulutlardan biri, bu kez antik Yunanistan’da çok daha yakından izlenerek açılıp kapanmaları dahi görülebilmiştir:
“Tam bu sırada, yıldırımlar ve şimşekler arasında, altın gibi parlak bir bulutun yere indiğini gördük. Bu bulutun içinde bir araba meydana çıktı. Herakles, bu arabaya bindikten sonra, bu aydınlık bulutun içinde Olympe dağına doğru havalandı.” (98:115)
Şimdi ise beyaz buluta benzetilen UFO’ları onuruna kurulan bir din, bir tapınak ile, tanrıların bu din mezhuplarını ziyaret edişlerini izleyelim:
“Maniheizm’in bir diğer ismi Beyaz Bulut dinidir. Bu dine göre beyaz renk kutsal olup rahiplerinin elbiseleri ve kukuletalarının rengi hep beyazdır.” (73:555)
“Ölümsüz varlıkların Tibet’in kuzeyindeki Kun-Lun dağında bulundukları zamanda, onlar ara sıra kendilerine bağlı olanlarla konuşmak için Pekin’in güney batısında bulunan Beyaz Bulut Tapınağı’na gelirlerdi.” (75:97-8 )
Bu kutsal bulutlardan bazıları, elips şeklindedir: “Beyaz madenlerden yapılan Vimanalar, havadayken yumurta biçiminde bulutlara benzemekteydiler.” (87:140)
Şimdi geçmişten günümüze yaklaşarak bu zamandaki bazı şekil değiştiren UFO tespitlerini izleyelim:
“23 Kasım 1967’de Bulgaristan’ın Sofya kenti üzerinde uçan bir nesne görüldü. Bu nesne, daire şeklinde iken trapez şekline giriyordu.” (87:174)
“23 Ağustos 1965’te Ankara göklerinde sabit bir şekilde duran bir UFO sivil ve askeri havaalanlarındaki kule görevlileri tarafından izlenmiş ve bu nesnenin şekil değiştirdiği bildirilmiştir.” (83:129)
“22 Ağustos 1968’de Avustralya hava sahasında pilot W. Smith tarafından gözlemlenen büyük bir UFO, daire şeklinde iken birtakım değişimler sonucu uzayıp puro şeklini alıyor, sonra arada bir yine eski şekline dönüyordu. Şekli değiştiğinde gövde rengi de değişen bu UFO ile beş kez irtibat kurulmaya çalışılmışsa da sonuç alınamamıştır.” (88:187)
Renk, biçim, şekil değişimi birçok çağrıştırıcı, yanıltıcı benzerlikler bulunsa da, bulut sanılan taşıyıcıları bu şekilde nitelememek için bir o kadar da belirgin fark söz konusu olup bunların algılanmaması ise imkansızdır. En basit şekilde düşünülecek olursa, UFO’lar bulutlarda görüldüğü gibi sürekli hareket etmez. Bazen oldukları yerde sabitleşebilirler de. Sadece yatay değil her konumda gidebilir, yere doğru yaklaşabilirler. Bulutların hiçbir zaman yansıtamayacağı parlaklıkta ışıklar yayabilirler.
İşte biraz dikkat sonucu tüm bu bariz farkların eski insanlarca da saptanabileceği açık olup belki de bu duyarsızlığı eleştiren tanrının ilginç bir tenkidini, dinsel metinlerden biri olan Kuran şöyle bildirmektedir:
“Eğer gökten bir parça düşer görseler, bu derler, birbiri üstüne yığılmış bir buluttur.” (26:52/44)
Kaynak:
gizliilimler