Erken Sümer dönemlerinden itibaren bir kutsiyet simgesi olarak kullanılan ve “Yıldız” (diye yorumlanan, +, haç biçimli) işaretin eski toplumda, zamanla “kutsal”, “tanrısal”, “tanrı” kavrayışını ifade etmek için kullanılıyor olduğunu biliyoruz.
Gökyüzündeki bir “yıldız” tanımı olarak ortaya çıkmayan ve fakat giderek “yıldız” simgesi olarak yorumlanan bu erken dönem çiziminin, başlangıçta, kutsal olan bütün varlıkları, öncelikle de “An-umu” anlatıyor olduğunu görüyoruz.
Kendini ötekinin zıddı kılarak ittifak kurabilen eski toplumda, bu işaret, koruyucu ve kahredici olanı; tanrı, cin, şeytan, melek ve kahramanı, kısacası, insanüstü-doğaüstü olduğu varsayılan bütün varlıkların genel bir ifadesi olmalıydı. İttifak ilişkisinin bu yanındaki topluluk, kendi kutsal varlık simgesinin yanına eklediği “yıldız” işaretiyle “koruyucu tanrı’sını anlatmış ise, öte yandan, karşıt topluluk bunu, yine kutsal olan “yıkıcı, şeytan, ejderha” vb. Olarak anlıyordu. İslam’da, şeytanın “melek’lerden birisi olmaya devam etmesi de bu yüzdendir.
Alfabe yazımına doğru ilerlendikçe, şekle verilen anlam, biraz daha somutlaşıyor. Sümerler, bu “yıldız” (olduğu varsayılan) çizimi “an,(anum)” olarak yorumluyorlardı. Demek ki, Sümerler, “yıldız” olduğu sanılan bu çizimle, başlangıçta, genel anlamıyla göksel bir “yıldız”ı değil, çok somut olarak “An-um’u kastediyorlardı. An-um, çift dilli tabletlerde de görüldüğü gibi, Akadça “sema, şama” karşılığıdır. “Sema, Şama” kavramı ise Gök’ler ve Güneş ile bağıntılıydı.
İncelemelerimiz bize, Güneş’e atfedilen bu kutsiyetin, Sümer-Akad ittifak ilişkileri döneminde, sadece “Tatlı Su ve Tuzlu Su” kültünün var olduğu dönemin hemen ardından itibaren geliştiğini gösteriyor. Bu, toplum birimlerin ittifak törenlerinde kullanılan ve kurbanların yakıldığı, pişirildiği gerçek, yakıcı, kavurucu, arındırıcı kutsal “ateş” ile bağıntılıydı. Soyutlama, toplumun, herhangi bir olgu, kurum ya da aracı, gerçek yaşam koşulları içinden çekip çıkarma, dışlama, metotlarından birisidir. Sümer-Akad geleneğinde, “ateş” ve onunla bağıntılı “kutsal nefes”, “kutsal yel,üfürükçü” kültünün ne denli etkili olduğunu biliyoruz. Tabletlerde yer alan “Doğu rüzgârı”, “kuzey, güney, batı rüzgârı”, “yel”, nefes, kutsal ruh, Enlil, Elli’ler kavramlarının anlattığı kült, ateş-nefes kültüydü. Musa, tanrıyı çölde sönmeyen bir ateş olarak görmüştü. Yahya peygamber, İsa’yı Ürdün nehrinde kutsarken, İsa’nın “insanlar”ı (yeniden) ateş’le kutsayacağını ilan etmişti. İslam’da cehennem, yakıcı ateş ve kaynar sulardan ibaretti. Ateş kültü, sadece Mezopotamya’da değil, eski Yunan ve Roma’da da çok etkilidir. Hem arınmanın, hem cezalandırmanın aracı olan kutsal ve kahreden ateş, kutsal sunu, ortak ziyafetin hazırlık aracı olarak aynı zamanda kardeşliğin, ittifakın da simgesiydi.
Kutsal dinlerin olumlu ya da olumsuz yönüyle çok ilgilendiği “ateş”, günümüzdeki olimpiyatların sönmez meşalesinde, kilise ve ziyaret’lerde yakılan mumlarda, nevruz ateşlerinde. Yaşamaya devam etmektedir. Ateş ve onun gökteki karşılığı olarak Güneş kültünün derin ve belirgin izleri, bizi, eski toplumun yarı-yamyam dönemine değin taşır. Ateş-güneş tapınmasının derinliği, öteki yönüyle, eski toplumun yamyamlıktan kurtulma çabasının büyüklüğünü de gösterir. Ateşe tapmakla, nevruz ateşinin üzerinden atlamakla, ateş yiyip, ağzından ateş çıkarmakla, ateşle arınmakla eski toplum, insanın ateşe atılarak, ateşte yakılarak kurban edilme geleneğini sembolik bir edime dönüştürebilmiş oluyordu. Bu bakımlardan Sümer ve Akadların en eski kutsal varlıklarının başında “An, Anum, Samu, Şamaş” kültünün geliyor olması, ne tesadüfîdir ve ne de bir “cehalet” ürünü.
Sümer –Akad “yaratılış” anlatımlarında, “yoktan bir var ediliş”in bulunmadığından bahsetmiştik. Sümer-Babil “yaratılış” anlatımları, toplum birimler arasında ittifak düzeninin, karşılıklı kurbanlar verilerek sağlanmasının, o günkü kavrayış düzeyi bakımından, aktarılan bir tarihçesidir. Kurbanlar üstelik tıpkı İsa gibi, ölmeden önce ve ölerek tanrı ya da tanrısal olan varlıklardı. Veya hatta başlangıç dönemi bakımından diyebiliriz ki, kurban edilen insan, kurban edilerek tanrı ya da tanrısal kılınıyordu.
Bu yaklaşımı İsa anlatımında da görürüz: İsa, “İnsan’lığın günahları” namına kendini feda etmişti. Buradaki “İnsan” sonraki soyut, genel insan halini almadan önce, eski toplumda, çok somut bir topluluğun kendini tanımlama kavramıydı; “günah” ise, eski toplumun “yükümlülük” kavramına karşılık düşer.
Eski tabletlerde bir “çocuğun günahsız doğamayacağı” biçimindeki ifadeler, bu çocuğun yaşayabilmesi için yaşamı karşılığı olan totemi, adakları sunması gerektiğine anımsatmadır. Bebeğin doğumuyla başlayan geçiş törenleri, sunular, ziyafetler geleneğine bugün de sahip olmamız bundan ötürüdür. Günümüzde bir malın-eşyanın fiyatının “günah” kavramıyla da ifade edilebiliyor olması, günah kavramının eski toplumda “yükümlülük” ile anlamdaş olarak kullanılmış olduğunun bir diğer göstergesidir.
Annunaki okunuşlu kavram, “Yer tanrıları” anlamına kavuşmadan önce, Yer ve Göğün kutsal varlıklarını (tanrılarını) birlikte anlatıyor gibidir. Bu doğaldı da. Çünkü Sümer-Akıt “yaratılış” anlatımında gördüğümüz gibi, “Yer ve Gök”, bir süre “birlik’te var olmuşlardı.
Tarihte birçok kez gerçekleşen “Yaratılış’lardan birisinden sonra; kutsal yöneticilere “tanrı” olarak ad verilmesi ve ayrıştırılmalarından ve böylece “var edilmeleri’nden daha sonraki yüzyıllarda, Enlil, büyük bir öngörü ile artık “Yer’in Gök’ten ayrılması, Gök’ün de Yer’den ayrılması’nın gerekli olduğunu görmüştü:
“Efendi, gerekli olanları meydana getirmek için, Kararları değişmeyen bey, Yer’den “ülke’nin tohumunu çıkaran Enlil, Yer’den Gök”ü ayırmayı düşündü, Gök’ten Yer’i ayırmayı düşündü”
Kutsal kitaplarımızın “yaratılış” olarak aktardıkları olay, tarihin hayli ilerlemiş olduğu bir noktada Sümer-Akad topluluklarının birbirinin zıddı kılınarak, aralarındaki ilişkilerin yeniden düzenlendiği işte bu anın anlatımıdır.
Burada dikkat edilmelidir ki, bu topluluklar, bu aşamada yamyamlığı hala sürdürüyorlardı. Bu nedenle de kutsal varlıklar, bu dönemin yaratılış anlatımında henüz, hayvan ve bitki özelliği göstermezler. Hayvan ya da bitki totemlere geçiş, insanın kendi yerine hayvan ya da bitki sunabilmesini sağlayarak yamyamlığa son verebilmenin yolunu açmıştır. Tanıdığımız haliyle “yaratılış” döneminde, toplum birimler arasındaki ayraç olarak, daha sonra “yer”, “gök”, “su”, “ağaç” vb. Olarak değerlendirilecek olan kara, beyaz, kırmızı, yeşil, mavi gibi renkler kullanılmış gibi görünüyor.
“Karabaşlı”, “kızıl başlı” kavramlarının kaynakları, bu döneme dayanıyor olmalıdır. En azından Sümerlerin, kendi topluluklarını “karabaşlı’lar olarak tanımladıkları kesin olarak biliyoruz.
Şimdiki bizler gibi, uzak Sümer torunları da, “Gök” ve “Yer’in, günümüzdeki anlamlarıyla “Yer, Gök” olduklarını sanmış olsalar da, Sümer anlatımlarında yer alan “gök-yer” kavramlarıyla nitelenenler, iki farklı topluluğun tanımlarıydı.
“Yer’in Gök’ten ayrılması’ndan sonraki dönemde, Annunaki’ler “yer tanrıları”, “toprak”, “kara” topluluk yöneticileri halinde yorumlanmaya başlanmaktadır. Buna karşılık İgigi olarak okunan kutsal varlıklar ise Gök’ün, Semitik topluluk atalarının yönetici, kutsal varlıkları olarak yorumlanmaya başlanmış görünüyor. İgigi olarak okunan kelime “Gigi –(salmu, Akadça)” siyah, kara, gece anlamlarındadır da.
“İnsanoğlu” ile “tanrı-gök’sel oğullar” ayırımı, Sümer-Akad toplulukları arasındaki ayrımının da bir ifadesidir.
İnsan ile şeytan; toprak (veya sudan) yaratılan insan ile gök’sel melek (veya ateşten) yaratılmış şeytan biçimleriyle de tanıdığımız bu ikili ayrım, iki ana çizgi, bizi, eski Sümer-Akad topluluklarına kadar, kaybolmadan taşıyabilecek kadar derin izlere sahiptir.
Eski Ahit ve Enoş’un kitabı, “Tanrı oğulları, melekler’in, “insanoğlu kızları’yla” evlendiklerini anlatır. Bunun karşılığında, İnsanoğlu erkekleri de Tanrısal meleklerle evlenmiş olmalıydı. Bu karşılıklı evlilik düzeni anlatımlarını, Gılgamış’ın Dummuzi’nin kız kardeşi ile ve Dummuzi’nin de Gılgamış’ın kız kardeşi ile evliliklerinde buluruz. Bu ana çizgileri izlediğimizde, örneğin İslam’da, Dumuzi, Hz. Adem; Gılgamış ise ateşten yaratılan şeytan, Âdem ile Havva’yı cennetten kovduran yılan vb. Olarak karsımıza çıkar.
Eski toplumun Toprak ve Su kültü ile Ateş ve Gök kültü, ana çizgilerini kaybetmeden sürüp gitmiş olsa da, toplulukların birbirlerine karışması, kültlerin de birbirine karışmasına yol açmıştı. Öte yandan, topluluklar arası kaynaşma, gelişen ticaret, daha geniş ölçekler içinde yeni toplulukların oluşma süreci, tek tanrıya ulaşma gereksinimini de doğurur. Bu aşama, yaklaşık – 2000″li yıllarda iyice olgunlaşmış durumdaydı. Askeri olarak Sargon tarafından merkezi bir yapıda toparlanmış olan toplulukların ardından, ortak bir yasa (belki Anayasa da diyebiliriz) altında, Hammurabi döneminde tam olarak yeniden sağlanan bu toparlanma dönemi, tek tanrıcılığa geçiş sürecinde belki bir dönüm noktası olarak ele alınabilir. Bu aşamadan itibaren, eskiden ayrıcalıkları, farkları vurgulanmaya özen gösterilen tanrıların, giderek tek bir kutsiyet kavramı içinde toparlanmaya başladığını görürüz.
Marduk okunuşlu bir kavrama, toplumsal gelişmenin tamamen doğal gelişimi içinde kalarak, işte bu donemde rastlıyoruz. Hammurabi Yasasının giriş bölümünde şöyle deniliyordu:
“Ne zaman ki,
Anunnaki’lerin efendisi (lugal)
göklerin ve yerin efendisi
Ulu (Tanrı) Anum (AN),
ve
Memleketin kaderini tayin eden,
Enlil,
Ea’nın (enki) büyük oğlu
Marduk (AMAR.UTU) “u
Bütün insanlık üzerine
Enlil’liğe
tayin ettiler (ve)
İgigi’ler
(arasından) onu yücelttiler,
Babil (ka. Dıngır. Ra) şehrini üstün adıyla andı;
Onu cihanda üstün yaptılar.”
Burada “Marduk” okunuşlu kavram, Sümer tarihinin en eski dönemlerine bağlı olarak ele alınmaktadır, böylece “yeni” bir olgu imiş gibi değerlendirilmediğini görüyoruz.
Hem de, Marduk’un Sümer karşılığı “amar-utu” biçimindedir ki, kelime kelime yaklaşık anlamlarıyla “güneşin oğlu”, “güneşin dana’sı”, “adanmış oğul” gibi yorumlara ulaşabiliriz ki, bunların tümü eski toplumda kullanılan kutsal kavramlardı.
Marduk, bir isim olarak değil; Gılgamış geleneğinin canlandırılması; Eski Ahit’te tanıdığımız şekliyle Nemrut; Âdem karşılığındaki Şeytan, ateş ve yılan sembolünün yeniden yüceltilişi olarak görünüyor.[1]
Hammurabi döneminde “Marduk” olarak okunan (Sümerce: amar-utu), Babil’in baş tanrısına, bu ses değerleriyle Sümer kayıtlarında rastlanmaması, öteden beri konuyu ilginç kılmıştır.
Ortalama tarih değerleriyle (-1792/ -1750) arasında yaşadığı kabul edilen Hammurabi’nin kanun metninde karşılaştığımız “Marduk” okunuşlu tanrı, daha sonra, yaklaşık -1200″lere doğru bütünlüklü hali verilmiş gibi görünen Enuma Eliş’te, asıl yaratıcı, kahraman, Ea-Enki’nin büyük oğlu, Enlil sıfatlarıyla karşımıza çıkıyor.
Bir olgu olarak saptayalım ki, Babil kraliyet listesinde, Marduk’la ilişkili kral isimleri, Hammurabi döneminden çok sonra, -1200’lerden itibaren, yani bir bakıma Enuma Eliş’le birlikte ve giderek artan bir şekilde kullanılmaktadır.
Babil kralları listesinde, Marduk-Apal-idina (-1174/-1157) Marduk-kabit-ahhesu (-1156/-1139) Itti-Marduk-balatu (-1339/-1331) Marduk-nadin-ahhe (-1098/-1081) Marduk-sapik-zeri (-1080/-1068) Marduk-zeri (-1046/-1033) gibi kral isimlerine rastlıyoruz.
Sümer-Babil tarihinin incelenmesi sırasında, sadece “kavram, kelime” ses değerlerine (“okunuş”) bağlı kalmanın ve bu çerçeve içinde yorum geliştirmenin zayıf temeller taşıyacağına çok kez değindik. Yazının kullanımından bu yana geçirdiği evreler, farklı dillerin ortak resim değerlerini kendi sesleriyle aktarmaları, alfabeye geçildiğinde sesli harflerin kaydedilmemesi, yazının sağdan ya da soldan başlanarak okunabilmesi, kavram anlamlarının sonraki yazıcılar tarafından farklı yorumlanabilmesi gibi, niyete bağlı olmayan etmenler, aynı özellikteki tanrı isimlerinin çeşitlenmesinin de nedenlerini oluşturmuşlardı.
Enki-Apsu tanrının özelliklerini hesaba kattığımızda Efes, Okenaos, Poseidon. Kavramlarının aslında farklı alfabe ve okuyuş türleri etrafında, aynı tanrının tanımı olduğunu görürüz. Kavram anlamları bakımından da durum böyledir. Örneğin, güzeller güzeli İnanna, başlangıçta Nippur’un genç, alımlı, kutsal suda arınmış, henüz çiftleşmemiş (“bakire”) bir genç kızıydı ve ilk cinsel ilişkisini Enlil ile (ama eğer tablet kayıtlarındaki ifadeye güvenirsek.) bir “kayık’ta gerçekleştirmişti. Bay Kramer, Enlil’in, Ninlil’e, kesinlikle bir “kayıkta” tecavüz etmiş olduğundan neredeyse emindir.
Bununla birlikte saptamalıyız ki, Bay Kramer gibi uzmanlarımız, konuların daha çok spekülatif yanlarıyla ilgileniyor oldukları için, bu tür “kayık” gibi kavramlar etrafında dolaşıp kalırlar. Onlar, bu çiftleşmede (“ırza geçmenin” !) neden bir dağ başında, ovada, elma ağacı dibinde değil de mutlaka “kayık’ta gerçekleşmiş olarak aktarılmış olabileceği ile pek ilgilen (e)mezler.
Tabletlerin bu “kayık” kavramına güvenirsek, bir başka büyük Sümer tanrısı, Enki de, bir başka genç kızla yine “kayık’ta çiftleşmişti. “Kayık”, “gemi” gibi motifler, ünlü Nuh Tufanı’nın da temel aracı olduğuna göre, bu kavramın belki bir başka mekân tanımı olarak kullanılmış olabileceği üzerinde durmak gerekli idi. “Tecavüz” sahnesine odaklanan ve “gemi-kayık” kavramının geçmişteki anlamını sorgulamayan yaklaşım, ister istemez, Eski Ahit’in “3 katlı Nuh gemisine” inanmaya da devam etmek zorunda kalır.
Tanrıların hayvan ve bitki dünyası ile Ay, Güneş, yıldız ve gezegenlerle iç içe geçen yapısı, insanın toprak, şeytanın ateşten yaratılması inancı; güzeller güzeli İnanna’nın “göğün kutsal ineği” olması, Musa döneminde “altın kutsal dana’ya tapılması. vb. Motifler, bizlere olağanüstü karmaşa içinde ruhlar, yıldızlar, kurgular dünyası gibi görünse de, bütün bunlar, insan toplumunun en gerçek ilişkilerinin farklı tarihsel dönemlerdeki yansıtıcılarından başka bir şey değildirler; kültür birikimlerini sonraki nesillere devreden eski toplum, şimdiki toplumun bütün değerlerinin başlangıçtaki yaratıcısıdır.
İstanbul medyasının “Kanarya Aslan’ı yuttu.” türü başlıklarını çok doğal bir şekilde algılayan bizlerin, eski toplumun “Aslan, Kuzuyu; kuşlar, tahıl’ı yemiyorlardı.” türünden ifadelerinde “mitoloji”, “hayaller” vb. Arama tavrını bir türlü anlayamamışımdır.
Eski topluma, onun kavramlarına, eski bir toplumun yaşam koşullarını hesaba katarak; modern ayinleri tanıyarak, anane ve öteki kurumların gelişim çizgisini yakalayarak, toplumsal mantığın bireylerce belirlenemeyen değerleri bakımından yaklaşılırsa, eski toplumun kutsal peçesinin ardında bulunan doğal, saf ve en az şimdiki toplum kadar zeki yüzünde bulunan pırıltılarla karşılaşırız. Bütün bir insanlık kültür birikimini, bu insanlığa değil, Ay’dan, yıldızlardan gelmiş yabancı varlıklara ait kılma çabasında, hiç olmazsa bir parça, Batı’nın, Mezopotamya topraklarında fışkıran kültürü, bu kültürü yaratanlara layık görmeyen; bunu onların atalarının yaratmış olabileceğine inanmayan tutumu yatar.
Aslında eski toplum, ona, o nasıl ise, olduğu haliyle yaklaşanlara kapısını sonuna değin açan şarklı bir misafirperver gibi davranır. Buna karşılık, ona düşmanca yaklaşanlar, bir “şarklı” düşmanla, bir “şark kurnazı” ile baş edemezler ve tarihi, insan toplumunun elle tutulan gerçek yaşamında değil, ya “Tanrıların araba” tekerlerinin izlerinde, ya da “gizemli” (!) uygarlıkların yıldız esintilerinde aramak zorunda kalırlar.
Hammurabi yasalarında ve Enuma Eliş’te anlatılan biçimiyle, tarihçesi erken Sümer dönemlerine değin uzanmasına karşın “Marduk” okunuşlu tanrıyı, eski Sümer-Akad tabletlerinde, şu andaki bilgiler ölçüsünde, “Marduk” ses değerleriyle bulamıyoruz. Bu durumda, önce, Marduk’un, ona atfedilen özellikler bakımından kökeninin, eski kaynaklarda aranmaya çalışılması gerekiyordu.
Marduk okunuşlu tanrıyı, tanrısal büyük oğlu, ilk kez Hammurabi kanun metinleri üzerinden tanıdığımıza göre, Hammurabi’nin bu Marduk okunuşlu tanrı ile bir ilişkisi olması gerektiğinden yola çıkabiliriz.
Hammurabi olarak tanıdığımız ve ortalama tarihsel dizine göre, -1792/ -1750 yıllarında yaşamış olan bu şahıs, tablet yazımlarında ha -( h)am -mu -ra -pi (bi) lu gal, Gallugal Hahammuraba, Kaammu-rapi, Kammuraba gibi okunması mümkün bir şekilde ifade ediliyordu.
Kanun’larının ön ve son söz içeriklerinde Hammurabi, hem krallığını, krallar kıralı oluşunu vurgular; hem de, tanrılar tarafından çağırılmış olduğunu, yani tanrısal elçiliğini. Bu durum, Hammurabi döneminde iki erkin, kraliyet ve dini yetkinin tek elde toplandığını gösteriyor.
Öte yandan, birçok kral isminin tekrarına karşın, Babil kraliyet listesinde ikinci bir Hammurabi’ye de rastlamıyoruz. Museviliğin Haham ve Rabin gibi yaşayan dini kategorileri ile ve yine Museviliğin, yola çıktığında Ab-ram iken, tanrı tarafından “halkların babası” yapılması uygun bulununca “Ab-ra-ham” olarak “adı” düzeltilen “Hz. İbrahim” arasında hiç olmazsa kavramsal düzeyde bir ilişki bulunuyor olabilir. Bu durum, dini çevrelerde, Abraham’ın Milattan önce 2000’lerde yaşadığı “rivayet’i ile de pek ters düşmüyor.
Museviliği oluşturan Abram (Avram) (evre) (yevre) topluluğu da, Hammurabi’nin soyu gibi semitik bir ortak geçmişe dayanmaktadır. Hammurabi, bizim “Amorit’ler olarak da seslendirdiğimiz bir semitik kavimdi. Fransızlar’ın “Amorrhéens” diye yazdığı, Eski Ahit’e “Amorlular” diye kaydedilmiş bu topluluk ve bu topluluğun tarihte bulundukları alanı, Sümer tabletlerinde “Martu toprakları” olarak buluyoruz.
Martular, erken Sümer dönemlerinden itibaren Sümer tarihinde yer almış görünüyorlar. Bu bakımdan, eğer, Hammurabi, Martu topluluğun tanrısı Martu’yu, Sümer yazımıyla a-mar-utu’yu Marduk sesleriyle tanımış ve aktarmış ise, bunu tamamen kişisel bir kurguyla yapmış olamazdı. O, aidi olduğu topluluğun derinlerde kalan ve kulaktan kulağa aktarılan ilahilerinin tanrısından bahsediyor olabilirdi.
Öte yandan, Martu, Maru, Mari, Amor, Amorit biçimli okuma ya da yazmaların anlattığı bu topluluk, Sümer kaynaklarında daima “Batı” bölgesi ile bir ele alınıyordu.
“Bir zamanlar,
Subur ve Hamazi ülkeleri,
Çok (?)-dilli Sümer,
Kraliyetin ilâhî yasalarının büyük ülkesi,
Gerekli her şeye sahip ülke Uri,
Güvenlik içinde (Batı’da) yaşayan Martu ülkesi,
Bütün evren,
İnsanlar tek yürekle,
Övüyordu Enlil’i tek bir ağızdan.”
Sümer tabletlerinde, Martu ya da Amurrûm kavramları, Batı’da oturan toplulukların, Batı yönünün de anlatımıydı. Kuşkusuz, bu tabletler, “bütün evren.” dediği zaman, yukarda da görüldüğü gibi, Sümer ve en yakın ittifak topluluk topraklarını kastediyordu.
Daha önceki dönemlerde bu “evren” kavramının sadece Sümer topraklarından ibaret görülmüş olduğu açıktır. Bu bakımdan Sümerler için yön tasnifi, hiç olmazsa kendini merkez varsayarak yapılıyor olmalıydı. Öyle görünüyor ki,”yevropa” terimine kaynaklık eden “yevre” –ibra’ni semitleri, giderek Martu’ların yerine geçmiş ve Batı kavramı, “ibra” türü bir yazımın yevre biçimli (Rus’lar Musevileri, Abra yazımını kiril alfabesi yoluyla okudukları için, günümüzde de “yevre” sesiyle nitelerler) okunmasıyla türetilmişti.
Yukarıda aktarılan ilahi, Martu ülkesinin, erken Sümer döneminden itibaren, bölgede kurulmuş olan ittifakın ve Enlil, Yel-Ateş kültünün bir parçası olarak değerlendirildiğine kuşku bırakmıyor. Uruk kıralı Enmerkar’ın (bu kavramı Gılgamış ya da Dumuzi olarak da anlayabiliriz), Martu’nun Uruk’a saldırısından bahsetmesi; çok daha önceki çağlarda, Enki’nin, “dünya düzeni’ni sağlarken Martuları gözeten, onlara armağan veren tutumu, bu bakımdan pek şaşırtıcı değildir. Anlaşılıyor ki, Hammurabi’nin semitik Amorit topluluğunun ataları olan Martular çoktan, Sümer’in Batı’sına gelmiş durumdaydılar.
Marduk’un Sümer karşılığı a-mar-utu, her hâlükârda, bu kavramın Utu, Güneş, an, Şamaş, kavramı ile bu topluluk arasında var olan ilişkiye işaret ediyor. Bu nokta, aynı zamanda, benim Tufan yorumlarımda Güneş’i, Bay Kramer gibi, Doğu yönünde değil de, neden Batı’da arıyor olduğumla da ilişkilidir.
Sümerlerin Martu sesiyle tanımladıklarını düşündüğümüz bu topluluk ile ilgili bazı tabletler, bize, “Martu’ların özelliklerini de açıklamaktadır. Martu’ların kişiselleştirilmiş bir anlatım tarzı olarak, bir “kişi” haliyle Martu, bir gün evlenmeye karar vermişti.
Bay Kramer, bu konuyu söyle özetliyor: Martu, Annesine, kendisine bir eş almasını ister: Annesi ona bu konuda öğütler verir. Bu öğütler doğrultusunda Ninab’da büyük bir şölen kurulur ve şölene Kazal­lu’nun koruyucu tanrısı Numuşda, karısı ve kızı ile birlikte katılır. Bu şölen sırasında Martu’nun yaptığı kahramanca gösteriler (bu bolümü içeren pasaj kısmen kırıktır ve büyük bö­lümü anlaşılmamaktadır) Kazallu’lu Numuşda’nın hoşuna gider. Ödül olarak Martu’ya gümüş ve lacivert taşı (lapis lazuli) verir; ama Martu kabul etmez; ödül olarak Numuşda’nın kızının elini ister. Numuşda bu teklifi sevinerek kabul eder; kızı da razı olur. Fakat kızın yakın akrabalarından birisi Martu’yu şöyle tanıtarak, kızı evlilikten vazgeçirmeye çabalar:
“Çadırda oturan, rüzgârın ve yağmurun (tokadını yiyen ?) bu adam, (Martu)
bilmiyor (?)] dua nedir,
Silahla, dağı yaşadığı yer [hâline getiriyor (?)]
Aşırı kavgacı bu adam, ülkelere düşman [oluyor (?)],
Dizlerini bükmesini bilmiyor,
Pişmemiş (çiğ) et yiyor,
Ömründe evi olmamış,
Ölünce mezara konmuyor.
Ey. Nim, niye Martu’yla evleniyorsun?”
Numuşda’nın kızı Adnigkişar, bu tartışmaya basitçe şöyle karşılık verir:
“Martu ile evleneceğim ”
(Kramer. Sümerler,Sümer Mitolojisi vb.)
Bu tablette yer alan bilgiler, altın değerindedir ve bize, “pişmemiş (çiğ) et yeme”, “ölünce mezara konmama” gibi, her göçer toplulukta mutlaka olması gerekmeyen özellikler hakkında bilgi vermektedir. “Pişmemiş et” yemeği, daha sonra, kutsal erkek et yiyecek türü halinde, Arâmî ve Hitit kültü üzerinden “çiğ köfte” biçimiyle günümüze değin ulaşacaktır. Doğal olarak,”çiğ köfte” geleneğinin şimdi yaşadığı alanlar ile bu Martu topluluğu arasında bir ilişki kurmak aykırı değildir.
Bay Kramer tarafından “Enki ve Dünya Düzeni” başlığı atılarak çevrilen bir tablette ise, Hammurabi kanunlarının ve Enuma Eliş’in, Marduk’u Enki-Ea’nın “büyük oğlu” olarak nitelemelerini hakli kılacak bir ilişkinin varlığını görürüz. Enki, herhalde kendisine yardımcı olan, kendine tapan bu topluluğu her seferinde ödüllendirmekten geri durmaz. Magan, Dilmun Melam, Marhaşi, Meluhha, Ur, Uruk, Nippur, Dicle ve Fırat”ı dolaşarak, oraları abad eden, oralarda düzen kuran Enki, Martu’lara da armağan olarak, durmadan “sığır” verir:
“Kent kurmayan, [ev] kurmayan ­Martulara Sığır verdi Enki armağan olarak”
“Kenti olmayana, atı olmayana, Martulara sığır verdi Enki armağan olarak”
Tabletin buradaki ifadeleri, Martu’yla evlenen gelinin yakinen gözlemleriyle uyum içindedir: Martular, kent kurmayan, evi olmayan, ölülerini gömmeyen gezgin, avcı, toplayıcı, çoban bir topluluktu.
Enki tanrı ile, bunun Kenan okunuş biçimi arasındaki ilişkiye daha önce değinmiştik. Eski Ahit’in tanrısının, Musevilere durmadan “Kenan topraklarını” vaat etmesinin gerisinde de böyle bir ilişki bulunuyor gibidir:
“O gün Tanrı, Abram (Avram)`la antlaşma yaparak ona şöyle dedi:
“Mısır Irmağı’ndan büyük Fırat Irmağı’na kadar uzanan bu toprakları -Ken, Keniz, Kadmon, Hitit*, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını- senin soyuna vereceğim.” (Yaratılış)
Tanrı, daha sonra Musa döneminde bu vaadini yineler:
“ Söz verdim, sizi Mısır`da çektiğiniz sıkıntıdan kurtaracağım; Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına, süt ve bal akan ülkeye götüreceğim.`“Amor, Kenan, Hitit, Periz, Hiv ve Yevus halklarını senin önünden kovacağım. (Daha sonra) İsrailliler Heşbon ve çevresindeki köylerle birlikte Amorlular”ın bütün kentlerini ele geçirerek orada yaşamaya başladılar.”
Bu durumda, Eski Ahit’in, Amorluların, onların ataları Martu’ların gelenekleriyle karşılaşmasından daha doğal bir şey olmaz. Fakat ilginç bir şekilde, Sümer-Akad tarihinin birçok temel izini bulduğumuz ve tıpkı Enuma Eliş gibi, eski kaynaklardan beslenen Eski Ahit, Hammurabi’nin tanımladığı ve erken Sümer dönemlerinden itibaren var görünen Marduk sesiyle aktarılan bir tanrıya yer vermez.(Sonraki Merodak isimli krallardan bahsetmiyoruz)
Buna karşılık, Eski Ahit, secere sayımı sırasında, Nemrut okunuşlu tanrıdan, oldukça saygılı bir ifade tarzıyla ve soylarını saydığı öteki “kişi’lerde yapmadığı ölçüde geniş açıklamalarda bulunur:
“…Ve Kuş, Nimrod’un babası oldu; o, yeryüzünde kudretli adam olmaya başladı. O, Rabbin indinde kudretli bir aver idi; bundan dolayı, “Rabbin indinde Nemrut gibi kudretli avcı”, denilir. Ve, onun krallığının başlangıcı Şinar diyarında Babil ve Erek ve Akkad ve Kalne idi. O diyardan Aşura çıktı ve Nineveyi ve Rehobot-iri, Kalah”ı ve Nineve ile Kalah arasında Reseni inşa etti; büyük şehir budur” (Tevrat, Tekvin, 10/8-12).
Eski Ahit’in, Marduk’la eşitlendiği anlaşılan Nemrut okunuşuna nasıl ulaşmış olduğunu şu anda bilmiyoruz. Eski Ahit, belki, Nemrut okunuşuna, Tufan döneminden beri Sümer-Akad kayıtlarında bilinen ve Marduk’un da bir özelliği olan Ninurta tanımından; belki Marduk’un “güneşin büyük oğul’u özelliğinin Sümer-akad karışımlı bir yazımı olan “en mar utu” / N M R T (Eski Ahit yazarları sesli harfleri kaydetmiyordu.) yazımı, sesli harf kullanımına geçildiğinde Nemrut, Nimrut biçimini almıştı.
Kesin olan şu ki, bölge toplulukları, Marduk olarak tanınan tanrının özelliklerini, gökyüzündeki her hangi bir X gezegeninde değil; tanrılar henüz ay ve yıldız dünyasına ulaşmamış iken, erken Sümer oluşumundan itibaren yaşanan gerçek ilişkilerde aramışlardır.[2]
Kaynaklar
[1] toplumvetarih.blogcu.com/hammurabi-yasasi-ve-marduk-1_616206.html
[2] toplumvetarih.blogcu.com/hammurabi-yasasi-ve-marduk-2_616204.html