Burada anlatacağımız konu “dünyada yaşamakta olan insanın” kökeni hakkındadır. İnsanlığın kökeni hakkında pek çok araştırmalar yapılmıştır.
İnsan nereden gelmiştir, nereye gidecektir? Yeryüzündeki insanın ilk atası nasıl teşekkül etmiştir? Yeryüzü insanının kozmik akrabaları kimlerdir?
Özellikle belirtmek isterim ki aşağıda bulacağınız bilgiler ezoterik içerikli (yani gizemli, herkese anlatılmamış, sadece ehlinin kulağına söylenilmiş) bilgilerden meydana gelmiştir. Bu da şu anlama gelir ki, her ne kadar eskilerde gizlemli bilgi geçerli ise de, bugün artık buna gerek bulunmamaktadır. Ezoterizm’den egzoterizm’e geçmek gereklidir. Bununla birlikte ‘ezoterizm’ bugün, eskisine nazaran, çok daha fazla “bilim” alanında uygulanmaktadır. Özellikle nükleer, astrofizik, egzobiyoloji ve hatta mikrobiyolojide yeryüzünde ‘bir avuç insanın’ bildiği bilgiler vardır. Hemen hemen üniversite çevreleri tarafından dahi bilinmeyen birtakım bilimsel bilgiler vardır. Bazı bilim adamlarının sadece kendi aralarında bildikleri ve henüz hiçbir yayın yapmadıkları, tecrübelerini açıkça ortaya koymadıkları bilgiler vardır. Yani günümüzde bile ‘kulaktan kulağa fısıldanan bilgiler’ mevcut bulunmaktadır. Buna rağmen çağın icapları gereği artık bazı hususları da ifade etmekten başka çare bulunmamaktadır.
Kutsal kitaplarda ‘İnsan’dan bahsedilir. Özellikle ‘İnsan’ dan bahseden ve ona, çok geniş yer veren kutsal kitaplardan birisi ‘Tevrat’tır. Özellikle de ‘yaratılış’ ile ilgili bölümüdür. Gerek Brahmanik eserlerde, gerekse Kuran’da ve özellikle Mısır ve Babil ezoterizminde ‘İlk İnsan’ dan bahsedilir. Bunu uzun uzun ve ezoterik bir şekilde Tevrat’ta görmekteyiz. Ancak bunları da birbirinden ayırt etmenin imkânı (ve gereği) vardır.
Ezoterik bilgiye göre: Yeryüzünde birçok devirler geçmiştir. Bunların ilkine ‘Altın çağ’ denmiştir. Burada ‘altın’ kelimesinden maksat, bildiğimiz altın madeninin bol olduğu çağ manasında değildir. Kıymetli, yüksek, üstün bir çağ anlamında kullanılmıştır. Değerli bir çağ manasına gelir. Sonra ‘Gümüş’, ‘Bronz’, ‘Kahramanlar’ ve nihayet ‘Demir’ çağı gelmektedir. İnsanlar şimdiye kadar beş çağ geçirmişlerdir ve biz şimdi, bugünün insanları olarak, ‘Demir Çağını’ yaşamaktayız. Bizimle birlikte de bir devir tamamlanmaktadır. Demir çağından sonra insanlar için, bir devrin bitmesi ve yeni bir devrin başlaması işaret edilmektedir.
Yeryüzünde insan, modern biyolojinin bize delileriyle anlatmaya çalıştığı gibi, bir kozmik yumurtadan meydana gelmiş değildir. Yani tek hücreli canlılardan (amipler gibi), gelişe gelişe bir insan organizması meydana gelmiş değildir. Bu tip bir gelişme olmamıştır denilemez fakat bu ilk insan için geçerli değildir. Bu iki farkı iyi bir şekilde belirlemek gerekir. İnsan vücudu, organik bir yapı olarak, özel bir tarzda meydana getirilmiştir. Yani yapılmıştır. Bir imalat ürünüdür. Bir evolüsyon yani (biyolojik) gelişim mahsulü değil, doğrudan doğruya bir üretim mahsulüdür. Modern biyolojinin araştırdığı ‘DNA’ (yani genlerin) meydana getirilişi tesadüfi ve kendiliğinden değil, çok yüksek, fevkalade yüksek bir bilimin, bizzat kendi potasında meydana getirdiği bir yapıdır. Kutsal kitaplar ve diğer dini metinleri farklı bir bakış açısı altında incelediğimiz zaman görüyoruz ki, esasında, insan formunun meydana getirilişi iki safhalı olmuştur:
Birincisi: GaIaktik insan
İkincisi: Yeryüzü İnsanı

Galaktik insan tipi ‘Altın Çağ’ın yeryüzünde meydana getirmiş olduğu varlık tipidir. ‘Galaktik’ kelimesi bir tür ‘evrensel’ anlamına gelse de, esasında sadece dünyanın da dâhil olduğu bir galaksiyle ilgili olan insan tipidir. Bunun yeryüzündeki beşer ile çok çok uzaktan bir akrabalığı vardır.
Yeryüzü insanının ilk (formu) olarak kutsal kitaplar bize Âdem’den bahsederler. Acaba gerçekten insanın meydana gelişi (imal edilişi) yeryüzünde mi olmuştur? Yoksa başka bir mekânda meydana getirilmiş ve sonra yeryüzüne mi gönderilmiş veya sürülmüştür? Özellikle Tevrat’ta iki ayrı yaradılıştan bahsedilir:
Birincisi ELOHİMLER’in yarattığı (imal ettiği) insan, İkincisicisi ise YAVHE’nin yarattığı, daha doğrusu imal ettiği insan. Spiritüalizm yani Ruhçulukta “Yaratma” sözcüğünü özel olarak (yoktan var etme anlamında) sadece “Kadir-i Mutlak Yaratan” için kullandığımızı özellikle belirtmek isteriz. (Yoktan var etmek sadece Kadir-i Mutlak Yaratan’a mahsustur ve bunun yaratılmış olan varlıklar tarafından anlaşılması mümkün değildir.)
Elohimler’in ve Yahve’ nin yaptığı yeni bir imalat, yeni bir sentezdir. Mevcut (maddi) malzeme kullanmak suretiyle yeni bir organizma meydana getirilebilir. Yukarıda bahsedilen ‘Elohimler’ (bazı bilgilerde ifade edilen) galaktik uygarlıkların senyörleridir. ‘Yahve’ ise bu senyörlere dâhil olan, tek bir varlıktır. Elohimlerin meydana getirmiş olduğu insan tipi (Galaktik insan) ile, Yahve’nin meydana getirmiş olduğu insan (beşer insanı) olmak üzere, iki ayrı Âdem vardır. Bunları birbirinden ayırt etmek için, ilkine sadece 1.Âdem, ilk beşer insanına da 2.Âdem ismini vereceğiz.
Kutsal kitaplar bize hem birinci Âdem’i, hem ikinci Âdem’i, aralarındaki çok ince farklarla ifade ederler. Daha doğrusu bu farkı da, onu meydana getirmiş olanın vasıtasıyla anlatmaya çalışırlar. Yani Elohimlerin meydana getirmiş olduğu 1.Âdem ile Yahvenin meydana getirmiş olduğu 2.Âdem birbirinden imalatçıları vasıtasıyla ayırt edilir.
Çok dikkat çekici başka bir husus da, İslam’ın kutsal kitabı Kuran’da Galaktik Âdem’den değil, doğrudan doğruya yeryüzünde meydana gelmiş olan Âdem’den bahsedilmesidir. Fakat diğer kitaplar ayrıca yeryüzünde meydana gelmemiş olan, fakat bütün bir galaksi içerisinde kendisini temsil eden, gelişmiş bir Âdem’den de bahsederler.
Şimdi bu kimyasal ve organik bedenli beşer varlığın yaradılışı, yani Yahve’nin Âdemi ile Elohimler’in (Altın Çağının kurucularının) Âdemi arasındaki bu farkı başka bir bakış açısı altında ele alalım:
Gerek Elohimler, gerekse Yahve ismi, ‘tekliği’ ifade etmektedir. Bunlar aynı zamanda birer ‘ırk’ı da temsil etmektedirler. Tevrat’ta geçen ‘Yahova’ yani ‘Yahve’ sözü, her ne kadar tek bir varlığı temsil ediyor gibi görünse de, aslında bir varlık ırkını temsil etmektedir. Yahova (daha doğrusu Yahve) denildiği zaman orada bir çoğul fikrini göz önünde tutmamız lazımdır. Nitekim birçok dini kitaplarda ‘ben’ ve ‘biz’ sözleri sık sık kullanılmıştır. Bu görünüşte böyledir. ‘Ben’ dediği zaman ifade edilen maksat başka, ‘Biz’ denildiği zaman ifade edilmek istenen maksat çok başkadır. Yani, buradaki ‘Biz’ (ifadesi) gerçekten çoğulluğu ifade eder. ‘Ben’ dediği zaman, belirli bir sistem ele alınmış, ‘Biz’ dediği zaman birçok sistemler ele alınmıştır. Çoğul çoğulluğu, tekil de tekilliği ifade eder.
Tekrar hatırlatalım: Buradaki meydana getiriliş yani imalat ile yaratmak arasında büyük bir fark vardır. Kadir-i Mutlak olanın – ki biz buna alışılmış ismiyle ‘Allah’ diyoruz – yaratması başka şeydir. Ancak mevcut malzemeyi kullanarak üstün seviyeli varlıklar da bir takım yeni imalatlar (sentezler) meydana getirirler. Bu durum, bu imalatı yapacak olan varlıkların bir liyakatidir. Çünkü onlar bunu yapabilecek kudrete sahiptir.
(Galaktik kanunda ‘ölüm cezası’ diye bir şey yoktur. Esasında öldürmek yoktur. Ama bir tür karantinaya almak mümkündür. Yani Kişisel serbestiyeti (ferdiyeti) kısıtlamak mümkündür. İnsan öldürülemez… Ama onu bir gezegenden başka bir gezegene sürmek mümkün olabilir. Ya da bir karantina altına alınabilir. Bu bilgi ileride kullanılmak üzere şimdilik hafızamızın bir köşesinde kalsın.)
Tevrat’ta Yahve’ye ‘orduların ilahı’ diye bir atıf vardır. Ve buradan da anlaşılıyor ki, ‘Yahve’ esasında bir ırkı temsil eder. Belki de o ırkın çok yüksek kudretlere haiz bir varlığını temsil eder…
Yahve, genetik bilimi sayesinde düşünerek, bilerek, belirli ve kararlaştırılmış bazı fonksiyonları ikmal etmek için, özellikle ayarlanmış bir beşer varlığı ırkını sentezleyen ve uzayın başka yerinden gelen halkı belirlemek için, yeni zamanlarda kabul edilen bir isimdi. Bundan şunu kastediyoruz: Tevrat’ın yazılışı esnasında ezoterik (gizemli) olarak anlatılmak istenen buydu. Tekvin bölümünde kaleme alınan bilgiler, esasında bir Yahve ırkından söz etmektedir. Bir tek varlıktan değil…
Yahve ırkının da en büyük özelliği, muhtelif gezegenlerde, her devreden sonra ruhun tekâmülünü ve diğer varlıkların inkişafını sürdürebilmeleri için, meydana getirdikleri biyolojik kütleleri imal etmektir. Biyolojik nüveleri imal etmek bunların görevidir. Sadece beşeri dediğimiz şekilleri uygulamakla kalmıyor, bitki hayvan adaptasyonlarını da meydana getirmişlerdir.
Bilindiği gibi daima bir Aden Bahçesinden (cennetinden) bahsedilir. Âdem ilk yaratıldığı zaman kendisi Aden Cennetine konmuştu ve Aden Cennetinde yaşamaktaydı. Yalnızdı. Etrafında sadece bitkiler ve hayvanlar vardı. Kuran’da bunun ifadesi: ‘Sizin öyle bir devreniz olmuştur ki, anılmaya bile değmez’ şeklindedir. Tamamen yapay bir ortamda, bir Aden bahçesinden söz edilir devamlı olarak. Ve nihayet sonunda kendisine eş olmak üzere bir de Havva meydana getirilir. Ona da sembolik olarak ‘Kaburga Kemiğinden’ yaratıldı denmiştir. Bu ifadenin asıl anlamı ‘Aynı kimyasal sentezden meydana getirilmiş, fakat DNA’sına yapılan bir müdahaleyle dişilik fonksiyonunu yürütecek bir şekle tahvil edilmiştir’ denmektir. Aslında her ikisi de aynı yapıdadır. (Modern tıpta, özellikle jinekolojide buna ilişkin bazı kanıtlar mevcuttur.)
Burada bir meseleyi ele almak lazımdır. Gerçekte ‘Aden’ yeryüzünde miydi? Yeryüzünde böyle bir mekân neredeydi? Belli değildir. Hiç bir kitapta da belli edilmemiştir. Yalnız Tevrat’ta bir ifade var: “Biz Aden’i dünyanın altına yerleştirdik” denir. Galaktik (kozmik) bilgiye göre dünyanın ‘altı’ bir yerde Mars gezegenidir. Şöyle ki: Güneş sistemini basitçe ele alırsak, güneşten sonra dışa doğru ya da aşağı doğru Merkür, Venüs, Dünya, Mars ve diğerleri gelmektedir. Astronomide de, buna benzer şekilde olmak üzere, ‘Dünya altı’ ve ‘Dünya üstü’ planetler ifadesi kullanılır. Dünya üstü planetler demek Güneşe dünyadan sonra yakın olan planetler demektir. Dünya altı planetler de, Mars’tan başlamak üzere sistemin dışına doğru olan planetlerdir. Tevrat’ta aynen şöyle zikredilir: “Biz Aden cennetini dünyanın altına yerleştirdik.”
Kozmik bilgilerde de bu doğrudan doğruya Mars Gezegenini ifade eder. Ezoterik bilgi bize, hakiki Aden’in Mars’ta kurulmuş olduğunu, özel bir bahçe tarzında meydana getirildiğini ve özel bir sınır içinde bulunduğunu da anlatmaktadır. Sık sık zikredildiği gibi, orada, çöl halinde olan bu bahçede ziraatın gerçekleşmesi, toprağın işlenmesi ve korunması bu yeni varlığa Elohim’e verilmişti. Bunun için orada bir “Hayvan-ı Beşer” dediğimiz, hayvan – insan tipi (Human) meydana getirilmiştir. Bildiği sadece, ziraat yapmak, bahçeyi korumak, ekip dikmek vs. dir. Bu elbette bizim anladığımız anlamda basit bir ziraat değildi. Çünkü orası çok büyük bir laboratuvardı.
Bunun yerine getirilmesinde yardımcı olmak üzere bir Âdem meydana getiriliyor. Bu, birinci Âdem’di.
Daha henüz yeryüzünde 2. Âdem soyu teşekkül etmemiştir. Yeryüzünde İnsanlar vardı fakat bunlar Galaktik insanlardı. Onlar Galaktik ırka mensup spiritüel insanlardı. Telepatik güçleri normal hisleri yerine geçen son derece bilgili ve şuurlu insanlardı. Yüksek ruhsal potansiyeli olan kişilerdi. Ayrıca yüksek bir teknikleri de vardı. Bu ifade ettiğimiz ırk, Mu ve Atlantis’ten de önce mevcut olan bir ırktır. Mu ve Atlantis bu ‘Galaktik Irk’ın son kalıntılarıdır. Aynı yaradılış destanını eski Yunan Mitolojisinde de bulabilirsiniz. Zeus’un, Uranos’un, Jüpiter’in maceraları daima, aynı şekilde Yahve’nin ya da Elohimler’in macerasıyla büyük bir paralellik arz eder ki (aslında) aralarında da oldukça fazla bir zaman farkı vardır.
2.Âdem bio-kimyasal (sentez) bir varlıktı. Nasıl bugün tüp içerisinde bir canlı organizma meydana getirilmekteyse, bunun çok daha büyük, fevkalade geliştirilmiş bir şekliyle bir laboratuvar varlığıdır. Biyolojik olarak imal edilmiş olan 2.Âdem’in yanı sıra Galaktik İnsanın kökü de belli bir Âdem’den geliyordu. O, dünyadaki ikinci Âdem’in meydana gelişinden çok çok eski zamanlarda Elohimler tarafından meydana getirilmişti.
Yahve, Demir Çağının (ki doğuda Kali-Yuga denilen çağın) devamı süresince Dünya Gezegeni için idareci’ olarak vasıflandırılmıştır. Yahve sonradan tek olarak ifade ediliyor. Bu varlık gerek spiritüel olarak, gerekse beşeri (fizik) olarak Demir Çağında gezegensel bir idareci olmuştur.
Hem İslam’ın kutsal kitabı Kuran’da hem de İbranilerin kutsal kitabı Tevrat’ta daima Âdem’in balçıktan veya Tevrat ifadesiyle ‘Yerin tozundan’ yapıldığı sözü vardır. Balçıktan ya da yerin tozundan yaratılmak ne demektir? Burada kastedilmek istenen doğrudan doğruya ‘Dünyasal bir molekül yapısıdır’ ve bu moleküler yapı üzerinde değişiklik yapılmak suretiyle, bio-kimyasal bir Âdem (prototipi) meydana getirilmiştir. Bunu anlatmak için yukarıdaki sembolik ifade kullanılmıştır. Ve burada özellikle ‘yerin toprağından, yerin tozundan’ sözü ile bir ırk ayırımı da (Galaktik insanla dünya insanı arasındaki) belirtmeye çalışmışlardır. ‘Sizi topraktan yarattık’ demiyor. Fakat ‘Dünya ‘toprağından yarattık’ diyor. Eğer dünya evrende tek olsaydı, ‘Dünya toprağı’ diye bir tefrik yapmaya da gerek kalmayacaktı.
Yahve (büyük idareci sistem) ikinci derecede önemi olan, yeryüzünün şartlarına uygun hale getirilmiş bir beşeri tipi de meydana getirdi. Ziraat ve muhafaza işi 2. Âdem beşerine verildi. İki ağacın meyvesinden istifade edilmiyordu. Bunlar bahçe sahibine aitti. Beşer İnsan (Humen) meleklere nazaran daha alçak bir seviyede idi. Kendisini meydana getiren gerçekte TEK değil, bir ‘grup’ bir ‘soy’ idi. İleri teknolojileri vardı ve doku kültürünü harika şekilde uygulayabiliyorlardı.
2. Âdem’de ilk başarılı yaradılışta kullanılan dokuları kullanarak, bir dişi formu da inşa ettiler… Bahçenin içinde yaşayanlar olduğu gibi, dışında da yaşayanlar vardı, Bu bahçenin içi gerçekten bir cennetti. Bahçenin dışında yaşayanlar beşeriyetin orijinal ırkına yani ‘Galaktik Irk’a mensup kişilerdi. Bunları da ElohimIer meydana getirmişti. Dışarıdakiler bütün insanlığın yegâne atası olan 1.Âdem’den gelmekteydiler. 1.Âdem aslında bütün insanların tekâmül bakımından kendisine benzemek istedikleri, kendilerine hedef olarak kabul ettikleri “kozmik insan” tipidir.
Elohimlerin diğer bir ismine de ‘Yılan oğulları’ denmiştir. Bu ‘yılan’ sözcüğünden gerek İslam gerekse Hıristiyan âleminin kafaları oldukça bulanmıştır. Bundan dolayı zamanımız insanı ‘yılan’ı gayet kötü, hiç bir işe yaramayan hatta hain, hilekâr, aşağılık, alçak bir varlık haline” getirmiştir. Tevrat’ta Havva’yı baştan çıkaran, yılanın iğvasıdır. Yasak olan ağaçtan yemesini temin etmiştir. Ve dolayısıyla Aden cennetinden kovulmalarına sebep olmuştur. Aden cennetinden kovulan bu iki prototip yeryüzüne indirilmeden önce hemen hemen bütün ihtiyaçları hazır olarak büyük bir konfor içinde yaşamaktaydılar. Bu konfor dünyaya indikten sonra kaybolduğu için, yılan bunu yaptı diye, zavallı mahluka edilmedik beddua kalmamıştır. Aslında o yılan bildiğimiz yılan değildir. Meyva da bildiğimiz meyve değildir. Biraz evvel de belirttiğimiz gibi o ilk prototip te bildiğimiz Adem ile Havva değildir.
Elohimler esas olarak eski ilahları meydana getiren kişilerin tarihiyle alakalı kişilerdi. Yani nerde bir ‘ilahlık’, bir tanrısallık varsa, esasında orada bir yöneticilik ve insanın geçmişiyle – geleceğiyle alakalı karar ve bilgilerin temerküz ettiği bir sistemi düşünmek lazımdır. İlahlık aslında budur. Hiç bir zaman Kadir-i Mutlak olan Yaradan değildir. Yani gerek uzak doğudaki Brahmanizm ve Budizm’deki ilah sözleri, gerek Eski Yunan’daki ilah sözleri, Keltlerdeki ‘İlah’ sözleri, gerekse Orta (Kuzey) Amerika yerlilerinin (Aztek-Maya- İnka) ilahları, Afrika’daki ilahlar, eski Mısır’daki Tibet’teki ilahların aslında anlayacağınız manada tek Yaradan, ilk sebep olan Kadir-i Mutlak ile alakası yoktur. İlah sözü biraz yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi, hangi sistemde olursa olsun, insanın tekâmülüyle alakalı olan bir sistemi ifade eder. İnsanın gelişimiyle alakadar olan bir sistemdir. ‘İLAH’ sözü, buradan ‘Tanrı Oğulları’ deyimi de çıkacaktır.
Çünkü Tevrat’ta şöyle bir ifade vardır:
«Tanrı oğulları yeryüzü kızlarını beğendiler ve onlardan kendilerine eş aldılar».
Apaçık bir ifadedir bu… Bu ırkla o ırk tamamen birbirinden ayrıdır ve başka yerden gelmiş, görmüş, bilmiştir. Yani Elohimler ile Yahve’nin meydana getirmiş olduğu sentetik ırk (ya da 2.Âdem ırkı) birbirinden tamamen farklıdır. Biz bu ikinci Âdem’e mensubuz. Onun için insandan bahsederken ‘düşünen hayvan’ denmiştir.
Bizim DNA organik yapımız henüz hayvansal titreşim seviyesinin üzerine çıkamamıştır. Bunun üzerine çıkanlar çok azdır ve biz onlara ‘evliya’ deriz. Gerçekten insan düşünebilecek seviyeye gelmiş fakat hayvansal durumunu kaybetmiş değildir. Burada hayvan sözü DNA’da bulunan, kalıtımsal olarak getire geldiği bazı özellikleri ifade etmektedir. Zaten Darvinciliğin savuna geldiği de budur. Darvinciliğe göre de insan, hayvanın (bir maymun türü) gelişmiş şekli olmaktadır. Her iki bakımdan da bir haksızlık yapmış olmuyoruz.
Gök halklarının galaktik dinleri hakkında pratik olarak bir şey bilmiyoruz. Elde mevcut olan çok eski bulgularda ‘yılan ve iç içe daireler’ sembolleri bulunur. Yılan* içinde yaşadığı spiral galaksinin (saman yolu) iki büyük ucunu temsil eder. Mesela, kuyruğunu ısıran yılan sembolü bizim dünyamızın bilebildiği en eski semboldür.
* YILAN SEMBOLÜ: Gerek batı gerekse doğu ezoterizminde (batıni bilimde), dinlerde, hayati kudreti, hayatsal değişimi, devr-i daimi simgeler. Özellikle Mısır, Babil, Yunan ve Hint uygarlıklarında kullanılmıştır. Kuyruğunu ısıran yılan tekerrürü anlatır. Bu tekerrür, tekrarlanma Kâinattaki Maddi ve manevi kanunların birbiriyle yakın ilgisini de ifade eden bir semboldür. Hayatın doğum – ölüm çemberi (yılan) İlahi İrade Kanunu dâhilinde seyrederek, “varlıkların tekâmülü için tekrar tekrar bedenlenmeleri yansıtan” temel bilgiyi sembolize eder. Reenkarnasyon (tekrar bedenlenme) bir İlahi “Kanundur”. Her dinde açık ya da kapalı ifadeler altında zikredilmiştir. Yukatan’da bulunan tabletlerde bu sembol aynen görülmektedir. Burada asıl en büyük ifadesi ‘Spiral Galaksi’yi ifade ediyor olmasıdır.
Bilindiği gibi evrende bilinen bir kaç tip galaksi çeşidinden birisi de spiral galaksilerdir. Mensubu bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi de bir spiral galaksidir. Bu asırda biyolojik kâinatı incelediğimiz kadar hakiki büyük kâinatı da incelemek mecburiyetindeyiz.
İnsan olarak üzerimizde büyük bir yük bulunmaktadır. Bütün bunların üstesinden gelmek icap edecektir. Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi yılan aynı zamanda da Galaktik Uygarlığın sembolü olmaktadır. Bu yılanı gördüğünüz yerde ‘imal edicinin’ bir mührüyle karşılaşmış oluyorsunuz. Galaktik Irk da ‘Elohimler’dir. ‘Yılan oğulları’ demek ‘Galaktik Irk ‘a mensup kişiler demektir. İç içe daireler ‘Dalga enerjisi’ anlamına da gelmektedir. Bedensel hayatın başlangıcı olan ‘Sperma’yı da temsil eder. Ayrıca uzaydan gelen Yılan Kralların mührü de buna bağlıdır.
Bununla ilgili (yılan sembolü ile ilgili) olarak mitolojide birçok bilgi vardır. Özellikle ‘Kukulkan’ (Tüylü Yılan) sembolü bütün Güney Amerika yerlileri arasında yaygın durumdadır. Ve Galaktik Irka mensup varlıkların bırakmış oldukları bilginin son izlerinden birisidir Kukulkan. Demek ki o zamanların insanları, Galaktik Irk’tan bir şekilde haberdardılar ve bunu yukarıda (önceki bölümlerde) anlatmaya çalıştığımız şekilde sembolize etmişlerdir. Bunlar, ‘Güneş’, oğullarının yeryüzündeki hâkimiyetlerini kurmak için uzaydan gelmiş olan varlıklardır. Güneş Oğulları da belki bütün bunları kontrol altında tutan, kendi anlayışımıza göre Yüksek İdare Mekanizması veya Göksel Yönetim, Semavi Yönetim ismini veriyoruz. Güneş Oğulları Yüksek Ruhsal İdare Mekanizması demektir. Bizler muhakkak ki büyük bir uzay sürgünü olan bir atanın evlatlarıyız.
Şimdi tekrar Mars’taki bahçeye ve o bahçeye olan Yılan Oğullarının müdahalesine dönelim. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Âdem ile Havva orada cennet hayatı yaşamakta ve birkaç işi birden yürütmekte idiler. Hayvanlara bakmak, ekin biçmek ve o bahçenin muhafızlığını yapmak vs. gibi. Her türlü korunmaları, himayeleri deruhte edilmiş vaziyetteydi, onlar için bu fevkalade üstün bir durumdu. Fakat bu durum onlar için gene de hayvansal bir durumdu. Çünkü: Düşünce yoktu. ‘Neden? Niçin? Nasıl? soruları sorulmuyordu. İçinde yaşamakta oldukları cennet bahçesinin dışında da insanlar vardır demiştik.
Elohimler, galaktik ırka mensup olan varlıkları zaten Aden Bahçesinin dışında iskân etmişlerdi. Yılan Oğulları da bu bahçede olup bitenleri merak etmekteydiler. Çünkü Elohim ırkı zaman zaman bahçenin ne durumda olduğunu kontrol etmek üzere çıkagelmişlerdir. Muhtemelen 2.Âdem’in ataları (Âdem ve Havva) yılan oğullarına (galaktik ırka mensup kişilere) hücum etmiş olabilirler. Çünkü vazifelerinden biri de aynı zamanda bahçeyi korumaktı. Yılan Oğulları, Elohimlere benzemediğinden, Âdem ve Havva onları yabancı görmüş olabilirler.
Ancak Âdem ile Havva bu davetsiz misafirlerle bir ara ilişki kurmuştu. Onlardan bilgi aldılar. İkinci Âdem, yani Yahve’nin yaptığı Âdem sadece bahçeyi işlemek ve korumak için yaratılmıştı. Âdem ile Havva’nın o zamana kadar çoğalmak gibi bir amaçları yoktu. Cennet bahçesinde insanlar çoğalmamıştı. Aden bahçesinde Âdem ve Havva olarak sadece iki kişi vardı. Niye acaba hiç bir şekilde bir üreme fonksiyonuna girişmek hatırlarına gelmemiştir? Çünkü bilmiyorlardı. Yani böyle bir bilgi onlara verilmemişti. Ancak öğretildikten sonra bu fonksiyonu icraya başlamışlardır.
Yani onlarda bu eski arşetiptik imajlar daha teşekkül etmemişti. Bu ziraat bekçiliği esnasından Âdem ile Havva’nın çocukları olmamıştı. Aden’deyken üreyip artmak için emir almadılar. Ancak Aden’den çıkarıldıktan sonra üreme söz konusu olmuştur (Aden’deyken değil). Ancak Âdem ile Havva gerçekten kısır insanlar da değildi. Mükemmel yapılmışlardı ve kısır da değildiler. Bugün nasıl ilhak önleyici ilaçlar ve metotlar her iki cins tarafından da uygulanıyorsa, orada da kısırlık, yedikleri besinler vasıtasıyla sağlanıyordu. Bazı yiyecekler yasaklanmıştı ve cezası ölümdü. İşin püf noktası buradadır. Eğer yerlerse, ölecekler…
Hâlbuki daha önce galaktik bir kanundan bahsetmiştik. Galakside asla ölüm cezası yoktur. Nitekim yedikleri halde öldürülmediler ama sadece sürüldüler. Nereye? Dünyaya. O halde bu bir ihtar, ancak cahili korkutmaktan ibaret bir şey olmaktadır. Yılan oğulları (Elohimler veya Bilgeler) ile Havva, tecrit kaidesini bozarak bir dostluk kurdular. Yani çitin öbür tarafındakilerle temas ettiler. Bitkinin, bu şekilde öldürmediğini ama onların itaatlerini temin için konulan bir tehdit olduğunu da anladılar. Tevrat’ta, “Eğer şu bitkiden yerseniz ölürsünüz” sözü vardır. Bu da hususi bir şekilde yetiştirilmiş bir bitkidir. Sadece Yahve tecrübecilerinin kullandığı bir bitkidir. Bu bitkiden nedense 2.Adem’e yedirmek istememişlerdir. Âdem soyu dünyasal- hayvansal bedenden gelmemiştir. Bu varlıklar yapı ve fonksiyonları itibariyle farklıydılar. Kimyasaldı ama hayvansal değildi. Yani, titreşim seviyeleri çok yüksekti. Yılan Oğullarından Kâinat ve Evren hakkında yavaş yavaş bilgiler almaya başladılar. Tevrat’ta ve Kuran’da onların çıplak gezdiklerinden söz edilmiştir. Çıplak olduklarının farkında değiller ve Elohim’leri gördükleri zaman üzerlerindeki giysilerin ne olduğunu sormuşlar. Bu gibi bilgiler ilk olarak Elohimler tarafından Âdem ve Havva’nın zihinlerine bu şekilde verilmeye başlanmıştı. Burada verilen bilgi “ELMA”, bilgiyi veren “YILAN” oğullarıdır. İlk olarak Yılan Oğullarıyla görüşen Havva’dır. Öğrendiklerini (elmayı) Âdem ile paylaşmak suretiyle onu baştan çıkarmıştır. Yani o zamana kadar uymakta oldukları, emre, aykırı hareket etmek durumu ortaya çıkmıştır.
Hâlbuki bu büyük tecrübenin yöneticileri aslında böyle bir durumu da bekliyorlardı. Ve sık sık teftiş ediyorlardı. Yani meydana getirmiş oldukları bu prototip ne dereceye kadar kendiliğinden bir atılım gösterebilecek (diye merak ediliyordu). Zira bu atılımı gösterebilirse, Dünya gezegeninde yeni bir devrenin nesline onları memur etmeleri gerekecekti. Sık sık teftişlerinde gerek Âdemin, gerekse Havva’nın onlardan saklandıklarını görmüşlerdir. Hiç değilse zamanla Âdem ve-Havva çıplaklıklarının (bilgisizliklerinin) farkına varmışlardı. Hatta sonradan yapraklarla örtünmüşlerdir (sembolik olarak). Yani burada artık Âdem’le Havva’nın zihinlerinde ‘daha aydınlığa çıkış’ (şuurlanmanın ilk kırıntıları) görülmektedir.
Yılan Oğullarından alınmış bilgi ile hareket etme zaruretini hissediyorlardı. Bazı şeyleri taklide gitmişler ve tabi buna Yahve öfkelenmiştir (sembolik olarak); ama aslında Yahve ırkının istediği de buydu. Yani bir yerde Adam ve Havva’nın uyanıklığa doğru geçmesini temin etmişlerdir. Onları Aden bahçesinden hiç bir sebep yokken tutup atmanın imkânı olmadığından bunu bahane ederek (yasaklara karşı gelmek), Galaktik kanunlara göre öldürmediler, ama sürüldüler. Bu şekilde Aden Cennetinden kovularak Dünya’ya getirilirler. (Bazı ezoterik öğretilerde bahsedilen DÜŞÜŞ meselesi)
Dünya Âdemi Aden’de yaratılmamıştır. Başka yerde yapılmış ve sonra Aden’e yerleştirilmiştir. Buradan da kovulduktan sonra yaratıldığı bölgeye tekrar yollanmıştır. Yani alındığı topraktan bu sefer ziraat yapması için onu tekrar oraya (dünyaya) yolladılar. Ondan sonra doğal olarak, kendilerinde kısırlık meydana getiren bitkiyi yemedikleri için çoğalma sürdü gitti. Hayvansal dünya bedenlerine alışmış olan bu beşeri varlıklar (ki bunlar Aden’de bulunur) beşeriyete has hayat şuurunun bir kısmını attılar. Tufan’a sebep olan yozlaşma eğilimine kadar devam ettiler.
Her ne kadar Aden’de iken bir Galaktik Kanunu çiğnemiş iseler de, sürgün cezasıyla, gene de oldukça yüksek vasıflarla, kendilerine öğretilmiş olan şeylerle yeryüzünde yaşadılar. Ancak bunu belirli bir süre devam ettirebildiler. Ondan sonra yozlaşma başladı. Tufan olayıyla bilinen temizlik hareketi yapıldı. (O devre kapandı)
Bugünkü bizler orijinal nesille karışmış olan ‘melez bir nesiliz. Esasında bu (şekilde) genetik karışımın külli şuuruna da varmaya çalışıyoruz. Dominant olan büyük vasıfları tekrar kendimizde ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Yapmakta olduğumuz bütün beşeri mücadele toplumsal uğraşılar bunun için. Hangi bakımdan ele alırsak alalım, aslında bu büyük (eski) şuurumuza tekrar dönmeye daha doğrusu, büyük genetik karışımdan bize gelen asıl ‘a dönmeye çalışıyoruz.
Şimdi de yukarıda bahsettiğimiz Tevrat’ta geçen ‘Tanrı Oğulları’ sözünü ele alarak bir sembolü daha birlikte çözmeye çalışalım:
Muhtemeldir ki, Hıristiyanlıktaki Baba – Oğul – Ruh-ül Kudüs üçlemesindeki Baba-Oğul münasebeti, yani Tanrı oğlu olma münasebeti, Tanrı Oğullarından (Galaktik Irka mensup) olan Hz. İsa’yı ifade etmiş olabilir. Hz. İsa gerçekten Galaktik Irka mensup Tanrı Oğullarından biriydi. Yoksa anladığımız manada Kadir-i Mutlak’ın oğlu anlamında değil. Haşa.
Bu, belirli fonksiyonlar görebilen (mütekâmil ve vazife planına mensup) bir ırkı (biolojik yapıyı) ifade etmektedir. Spiritüel vasıfları (bize göre) çok yüksek olan bir ırkı ifade eder. Tanrı Oğlu o ırka mensup kimse demektir. Elohimlerce yaratılan Tanrı Oğulları duru görü hassasına (yeteneğine) sahiptiler (Lusit). Saftılar. Yani beden vibrasyonları bizdeki gibi değişik aşılanmalarla orijinalliğini yitirmiş değildir. Telepatik güçleri vardır. Zaman ve mekâna hâkim ve eşyayı değiştirebilirlerdi. Bunlara benzer yüksek yeteneklere sahiptirler.
Bizlerin her ne kadar gerçek Galaktik Irk ’a mensup olmayan, yani birinci Âdem neslinden değil, yerin toprağından meydana getirilmiş bir Âdem neslinden gelmiş olmamıza rağmen şu ayeti de nazarı dikkate almak gerekir. “Sonuncular birinci olacaktır.” Yani bu ikinci Âdem soyunun belli bir gelişmeden sonra, şu anda geride görünmesine rağmen ileride muhakkak ki layık olduğu seviyeye ulaşacaktır demektir. Tekâmülünün gerektirdiği üst seviyeye çıkacaktır. Sonuncular birinci olacaktır. Şimdiki beşeriyet, mimaride kemerlerde kullanılan kilit taşına benzemektedir. Evrende o kadar önemli bir yer işgal etmektedir. Kemerin ayakta durması kilit taşının mevcudiyetine bağlı bulunmaktadır. İşte dünya insanı da bugün büyük galaktik sistem içinde kilit taşı rolündedir. O kilit taşını oraya koyanlar da onun önemini biliyorlardı. Bir yanımız (geliş itibariyle) yıldızlara, öte yanımızda dünyaya yöneliktir. Yani yarımız dünya malı, yarımız uzay malıdır. (Beden formu olarak)
Hepimizde, baştaki bu döllenmeden dolayı bulunan beşeri kişisel çatışmaların kaynağı, en baştaki sosyal kesişmeden dolayı meydana gelen çift eğilimlerin sonucudur. Başta da biz (beşer varlığı) ırk olarak, soy olarak karışık meydana gelmiştik. Eğer gerçekten saf bir ırkı temsil etseydik, hakikaten eğilimlerimiz de tek yönlü olurdu. O has ırka ait has eğilimler içerisinde devam eder giderdik. (Bugün) Hem kozmik, hem dünyasal tesirler daima içimizde çatışma halinde bulunmaktadır. Bu maddecilikle ruhçuluğun çatışması olabildiği gibi, iyilikle kötülüğün, hayırla şerrin vs. vs. çatışmaları da olabilmektedir. İnsanlığın bugünkü çatışmalarının asıl sebebi, kendi ırkının, kendi soyunun saf bir soydan ve ırktan gelmemesindendir; zaten ırk olarak da vasfı “çatışma içerisinde bulunmalarıdır” deniliyor.
Burada şüphesiz, Tufandan sonraki büyük aşılanmaları da dikkate almak lazımdır. Çünkü Atlantis ile Mu’ya ait soy yeryüzünün diğer kıtalarına da intikal ettirilmiştir. Çünkü onların çoğu Galaktik Irka mensup varlıklardı. Hepsi değilse de belli bir yüzdesi Avrupa’ya Asya’ya ve dünyanın diğer kısımlarına intikal etmiştir. Yani aslında yeni bir aşılanma daha olmuştur. Belki ilk önceleri %30 nispetinde olan Galaktik seviye, bu şekilde aşılanmalarla %50 ye çıkarılmıştır. Ve bu arada da pek çok yeni yeni değişiklikler meydana gelmiştir. Ve artık herhalde yeni bir aşılanmaya da lüzum yoktur. Bundan sonra yapılacak olanlar bilgi bakımından gelişmek, hisler bakımından gelişmektir. Bunlar geliştiği zaman Galaktik, ırktaki büyük modele (Sadıklar Planı Tebliğlerinde vurgulanan “Kozmik İnsan” formuna) daha uygun bir duruma girmiş olacağız.
Dünya insanı bugün, Hintçede adına Kali-yuga denilen, Demir Çağı’nın sonlarındadır.
Kaba, sert, vurucu, kırıcı (son) Titanlar devrinin içinde bulunmaktayız. Bunların haricinde hemen hemen hiç bir şey görememekteyiz.
Hayat bugün baskı, zulüm, korku ve istismar ile sürdürülmektedir. Yani bugün dünyada “kurt kanunları” geçerlidir. Bu da demir çağının özelliğidir.
Bundan sonraki devir, herkesin daha doğrusu birçoğunun özlemin çektiği Altın Çağ (yani Bilgi Çağı) olacaktır.
Gizli Sırlar Öğretisi- Ergun Candan
Tolga Yazıcıer