Emekli Binbaşı Ali Kocaer’in kitabından…
ÖNSÖZ
Bu küçük hikaye bir hayal mahsulü değildir.
Yaşanmış, gerçek bir hikayedir. Esasen Merih’e seyahatle ilgili hatıralarımı okurken gerçek hikaye deyişimi her sayfayı çevirişte daha iyi anlayacaksınız. Bizim yeryüzü insanlarının teknik yapıları yıldan yıla gelişmekte ve türlü icatlarla fezanın fethine çalışılmakta olduğu malumdur. Bugün Ay’a ulaşmanın bir şey ifade etmeyeceğini Merih’e ait bilgileri okumakla öğrenecek ve Dünya insanlarının uzun asırlar boyunca kendi kendileri ile boğuşmaları yüzünden Fezayı fethetme yolunda ne kadar geç kaldıklarını esefle karşılayacaksınız. Hele böyle giderse şu şeytani icatlar ve tehlikeli oyuncakların Dünya ve insanlığın mahvına sebep olacağı aşikardır.
İnsanoğlunun, herşeyden önce Halik’e ve onun yüce kudretine olan inançla çalışmaya başladığı zaman, vücut bulacak mucizevi icatlar ve tekniğin baş döndürücü hızıyla kainatın koynunda saklı nice muhteşem dünyalara ulaşması mümkün olacaktır.
Hikâye:
Bu, benim Toros Dağlarına tırmanışımın ilk kısa hikayesi. İçimde beni oralara çeken müthiş bir istek vardı.Tam yedi kere Göller Yöresine tırmanışım oldu. O sabah, erkenden kalkarak hazırlığımı yaptım. Atıma atladığım gibi doğru Ramiz Ağanın ağılına vardım. Oradan yaya olarak yükseklere tırmanmaya başladım. Artık o keçi yolları ve sarp kayalıkların yabancısı değildim. Öğle üzeri Göller Yöresine ulaştım. O güne kadar hava şartlarından dolayı tepeye çıkmak kısmet olmamıştı. Ne olursa olsun tek başıma çıkmaya karar verdim. Bu azimle beraber tepeye yakın olan gölün yanına vardığımda birden başımın üstünde kulaklarıma uğultusu akseden, acayip bir makine sesi duydum.
Olduğum yere mıhlanıp kaldım. O an da başımı kaldırdığımda yuvarlak sürekli dönen bir küre gördüm. Kürenin yarısı ve yere doğru olan kısmı ise çok parlaktı. Bu parlaklık sarı, mavi, pembe, beyaz renklerle hareleniyor, uzak ve yakın mesafelere göre ayarlanabiliyordu. O gün yanımda hafiflik olsun diye bir bıçak, bir tabanca, içinde kumanya bulunan küçük yan çantası ve ayrıca yedi metrelik ip bulunuyordu.
Ben mıhlanıp kaldığım yerde; “Allah’ın dediği olur başa gelen çekilir bakalım bu neyin nesidir…”
diye o parlak cisimden gözümü ayıramadım. Az sonra o küre, elli adım kadar ileride göle yakın iki kaya arasında ki bir boşluğa kondu. Fakat konarken tam alt kısmından takriben üç metre kadar ve on santim boyutunda üç kuvvetli çelik boru çıktı. Bu çelik ayakların alt kısımları yerde tutunmayı sağlayacak şekildeydi. Çelik borular üzerindeki kürenin gövdesi ise üç metre yakındı. Kürenin bütün ışıkları sönerek beyazımtırak bir duruma girdi. Ve öylece sessiz bir halde karşımda duruyordu. Bende tarif ettiğim bu şekle hayretle bakıyordum. Kürenin içinden beni gözledikleri muhakkaktı. İlk korku ve heyecanı bir anda atlatmıştım. Esasen, Allahtan korkan hiç birşeyden korkmaz inancı ile gayet mütevekkil bir vaziyette seyrediyordum. Böylece iki üç dakika geçtiğini zannediyorum.
Birden o cisme karşı tebessüm etmeyi selam vermeyi daha uygun buldum. Ve elimi birkaç kere başıma doğru götürüp indirdim. Çünkü, yanımdaki silahla ona birşey yapamayacağımı derhal anladım. Hatta oradan kaçıp kurtulmama katiyen imkan yoktu. Beni adeta büyülemişti. İşte bu durumdayken birdenbire küre, tekrar bir vınlama sesiyle çalışmaya ve o hareli renkleri neşretmeye başladı. Bir anda üzerime doğru gözlerimi kamaştırıcı bir şekilde aralıklı ışık hüzmeleri çarptı. Bu hal belki üç saniye bile sürmedi. Kendimi kaybettiğimi hatırlıyorum.
Gözümü açtığım zaman o yedi göl ve tırmanmak istediğim ve o güne kadar üzerine çıkamadığım Demirkazık Tepesi altımda gözüküyordu. Fakat yüzümde bir maske, üzerimde şeffaf bir elbise bulunuyordu. Elbisenin pantolon kısmı ayak bileklerime kadar iniyordu. Ayakkabılarım, kayalara iyi tutunsun diye giydiğim alt lastik fotindi. Onların da üzerine amyant gibi beyaz yumuşak patik şeklinde bir cisim geçirilmiş ve ayak bileğimin dört parmak üzerinde büzgeçlenmişti. Ellerimde de aynı beyaz renkli cisimden bir eldiven bulunuyor, bu eldiven dirseklerime yakın yerde büzgeçleniyordu. Kendimi şöyle bir yokladığımda üzerimden hiç birşeyin alınmadığını hissettim.
Az sonra Türkiye denizleri ve dağlarıyla pek uzak kaldı. Sonra kıtalar ve okyanuslar göründü. Nihayet altımda masmavi bi yuvarlak belirdi. Anladım ki bu bizim Dünya. Bir müddet geçince o da bir yıldızdan farksız oldu. Müthiş çok müthiş bir hızla fezanın sonsuzluğu içinde kayıyordum. Artık dünyayı unutmuş gidiyor, bu gidişle son derece haz duyuyordum. Gökler yükseldikçe renk değiştiriyordu. İşte bu temaşa zevki içindeyken yavaş yavaş önümde bir hayal belirdi. Birkaç saniye içinde bu hayal tebessüm eden bir insandan başkası değildi.
Lakin benim başımın iki misline yakın kafası, büyük kulakları, yuvarlak ve kafaya nazaran küçük bir burun, çok ince dudaklı bir ağız, içeriye girmiş parlak altın sarısı küçük gözler, beyaz pembe renkte sıhhat ifade eden bir yüz. Boy bir buçuk metreden biraz fazlaydı. Kravatsız bir ceket, aynı renk dar pantolon giymiş olan bu insan iki metre kadar ilerimde durdu. Çehresinde benden çekinme diyen bir ifade ve tebessüm vardı.
İki elini yanlardan alnına götürüp, parmak uçlarını alnının üst kısmına değdirerek biraz eğilmek suretiyle selam verdi. Ben de aynı selamı taklit ettim. O dönüp gitti. Aynı yerde ikinci bir kimse karşıma çıktı. Bu biraz daha uzun boylu olup birincisine hemen hemen benziyordu. O da tebessümle bakıp aynı selamı verdi. Ben yine mukabelede bulundum. O da dönüp kayboldu. Orada bir üçüncü şahıs göründü. Az sonra bulunduğum zeminle birlikte 180 derece kadar döndüm. Tanışmış olduğum üç adamın yanına vardım. Anladım ki bu küçücük hava gemisinde 4 kişiden fazla değiliz.
İçinde bulunduğumuz kürede öyle karma karışık cihazlar yoktu. Kürenin çevresinde beş adet ayrı şekillerde saat biçiminde aletler vardı. Bu aletler yuvarlak, kare, dikdörtgen, altıgen ve Türk Bayrağındaki yıldız biçimindeydi. Hepsi de ayrı ayrı renklerde ışık veriyor, üzerinde ibreler ve acayip yazılar; bilhassa eski uygarcaya benziyordu.
Sonra da her üçü önce mavi ardından sarı haplardan ikişer adet yuttular. Biraz durduktan sonra da birer adet beyaz hap aldılar. Bana da önümdeki hapları göstererek al dediler. Ben de mavi ve sarı haplardan arka arkaya birer tane yuttum. Bir adette beyaz hap aldım. İlk mavi hap hafif tuzlu, ikinci sarı hap ise gayet lezzetli azotlu bir besini andırıyordu. Üçüncü beyaz hap ise, çok güzel ve muz ihtiva eden bir kokusu olup, oldukça tatlı idi. Bu son hapı alınca içimde fevkalade bir ferahlık duymaya başladım. Artık yemek faslı bitmişti. Beni hücreye kapatmalarının bir sebebi olmalıydı… Bunu da anlamakta gecikmedim. Baktım ki bu adamların dokundukları yerde beyaz parlak izler hasıl oluyor. Işık şeklindeki bu beyazlıklar biraz sonra kayboluyordu.
Bu beyazlığın radyo aktivite olduğu şüphesizdi. Adamlar bizim dünya insanlarına nazaran radyo aktivite neşrediyordu. Herşeyleri otomatikti. Kendi ırklarından olmayanları radyo aktivite tesirinden korumasını biliyorlardı. Ben hücre içinde konuşulanları duymuyordum. Zaten çok fazla konuşmuyolardı.
Yemekten sonra tatlı bir müzik sesi başlamıştı. Bu ses hücrenin kubbe kısmından hafif hafif duyuluyordu. Nihayet beni hücreye kapatan şahıs eline maske alarak giy diye işaret yaptı. Ben de maskeyi alıp başıma geçirdim ve fermuarını çektim. Buna rağmen yanıma gelip iyi takıp takmadığımı kontrol etti. Müteakiben bir düğmeye basarak beni hücreden çıkardı. Hatta o hücre de ortadan kalktı. Şimdi çalan müziği daha iyi duyuyordum. Müzik biraz da bizim Mevlevi müziğine benziyordu. Bir müddet geçince Şef, “ZETÜBİYER.” diye seslendi. Her üçü de vazifelerinin başına geçti, artık benimle meşgul olmuyorlardı.Yukarıda karşımıza gelen tarafta yeşil – sarı renkte bir küre göründü. Yarım saat geçmemişti ki küre büyüdü büyüdü… Küçücük hava taşıtımız inişe geçti ve yavaş yavaş alçalmaya başladı. Ben bu sarı ve yeşilliklerin ağaç ve küçük bitkiler olduğunu gördüm.
Biraz sonra da yeşillikler ortasında ve ağaçların arasında en yükseği beş katı geçmeyen binalar gözüme ilişti. Burası bir şehirdi. Biz bu evlerin çok geniş taraçalarından birine konduk. Beni derhal indirmek için hazırlığa başladılar. O an da taraça üzerinde, misafiri bulunduğum bu yeni dünyanın kadınlı erkekli insanlardan büyük bir topluluğun hayretle etrafımı sardığını ve tecessüsle beni seyrettiklerini gördüm. Boyum onlarınkinden çok çok uzundu. Büyük bir dikkatle onları seyrediyordum. Sonra, yanıma yol arkadaşlarım geldi, onları iyice tanıyordum. Beni alarak biraz ötede bir kabineye girdik. Oradan döne döne çabucak aşağıya indik. Bulunduğumuz yerin bir ilim merkezi olduğu göze çarpıyordu.
Beni bir odaya koydular. Az sonra orta boylu yaşlı bir şahıs içeri girdi, halinden büyük bir alim olduğu anlaşılıyordu. Orada bulunanlar ona hürmet gösteriyorlardı, herkes gözünün içine bakıyordu. Yol arkadaşım olan Şef, hemen onun yanına yaklaştı; gayet hürmetkar bir selam verdi. Şef beni gösterdi. Ben ayakta duruyordum, derhal selam verdim. Bu büyük bilgin benimle tanışır tanışmaz döndü ve oradakilere “ANTUBİ KURİYEN” dedi. İçlerinden biri yanına yaklaşarak; “NUHARİYEN” diye cevap verdi. Bu esnada karşımda bulunan duvarda ki şemada acayip şekiller gözüme ilişti. O tarafa yaklaşarak tetkike başladım. Bunların içinde renkli işaretler, krokiler ve kainatta ki başka dünyalara ait en ince teferruatına kadar işlenmiş resim ve haritalar vardı. Merih’teki harita Dünyamızda ki mevcut haritalardan çok mükemmel bir şekilde hazırlanmıştı. Kıtalar, okyanuslar, iç denizler, göl ve nehirler, dağlar, ormanlık ve çöl alanlar, Kuzey ve Güney kutuplarındaki Karlar Bölgesi denen Buz Çölleri olmak üzere, her tarafı en ince teferruatına kadar belirtilmişti… Tablonun en üstünde ZETÜBİYER’E (MERİH YILDIZI DEDİĞİMİZ ONLARIN DİLİ İLE ZETÜBİYER) ait bir şekil Merihliler’in ilim ve teknikte ne derece ilerlediklerinin ve kendi dünyalarını cennete çevirmek suretiyle her tarafından faydalandıklarını pek mükemmel surette göstermekteydi.
Yemek odasına vardığımızda güzel tabaklar içinde hazırlanmış; muz, elma ve turunçgil cinsinden meyveleri ikram etti. Ve iyi istirahatler manasına gelen “VAHİ ANTU” diyerek ayrıldı. O gün o dairede 5 saat istirahat ettim. Sonra yanıma ZAANİ KUAN ve NATİYEN adında üç yol arkadaşım geldiler. Şef Zaani, maskeli elbisesinin cebinden bir harita çıkardı. Deniz aşırı bir geziye çıkacağımızı bildirdi. Böylece dört kişi bir tek vasıtamızla Merih üzerinde gezintiye çıktık. Merih’te (ZETÜBİYER) kaldığım sürece misafir olduğum dairede ki tabloları tetkikte ve gerekse gezi esnasın da edindiğim intibalar şunlardan ibarettir:
Merih tabloda bir küre olarak gösterilmekte, orta kısımda ise büyük bir enerji merkezi bulunmaktadır. Enerji merkezinden itibaren Merih’in kutuplarına doğru ayrı ayrı kablo hatları çekilmiştir. Merih’te soğuk iklim kuşağı yoktur. Zaten hava gemisi ile gezerken görüldüğü üzere orada 4 tane birbirinden farklı büyüklükte iç deniz ve 2 tane de büyük dış deniz mevcut olup, karalar dünyamıza nispetle daha derli topludur. Denizlerin kapladığı alan, dünyamıza nispetle karalardan pek fazla değildir. Denizleri maviden ziyade yeşil renktedir. Sıcak denizlerin dibinde bitkilerin yetiştiği anlaşılmaktadır. Şu kanaatteyim ki;
Zetübiyer’de bizim dünyamızda mevcut ne daimi yaz mevsiminin hüküm sürdüğü sıcak kuşak, ne dört mevsimin hüküm sürdüğü orta kuşak ve ne de devamlı kış mevsimi şeklinde geçen soğuk iklim kuşağı yoktur. Bununla beraber bizim dünyamızda Alize diye isimlendirilen rüzgarlar gündüzleri hafif, geceleri ise güneşin batmış olması ve ortalığın serinlemiş olması ile gündüze nazaran biraz hızlı esmektedirler. Bu sebepledir ki; ZETÜBİYER’de geceleri daha çok yağmur yağmaktadır. (Kainatta ayni galaksi dahilinde bulunan Merih dünyasında, bütün canlıların yaşaması için elzem olan güneş, hava ve su küreyi arza nazaran farklı değildir.)
Seyahatten sonra soyunmak ve biraz dinlenmek ihtiyacı hissettim. İşte o zaman eşim ve çocuğuma ait müşterek bir fotoğrafı akşamdan yatağımın yanına bırakmış olduğumu ve oradan almadığımı farkettim. Yol arkadaşım ise, ailemize ait o resmin karşısına geçmiş ağlıyordu. Beni dünyadan ve sevdiklerimden ayırdıkları için vicdan azabı duyuyordu. Ben odaya girdiğimde resmi eline aldı, müsaade isteyerek dışarı çıkı. Ben de içeri geçtiğimde meyvelerin olduğu masaya doğru yaklaştım, bu meyveler bizim dünyadakilere benzemiş olsada onlardan daha nefis ve büyük idiler. Yemek faslı bitince yarım saat kadar önce ayrılan Merihli arkadaşım, elinde yine aileme ait resimle yanıma geldi. O zaman bu meyvelerin nerede yetiştiğini, nereden temin ettiklerini sordum. Bulunduğumuz salonda ki bir feza haritasında bizim Dünyanın Güneşe nazaran aksi istikametinde küçük bir küreyi işaret ederek; “Buradan temin ediyoruz.” dedi. O Dünyada, bitkiden başka insan ve hayvan olmadığını zira, o küre insanlarının asırlarca evvel Merihten’de teknikte üstün olması, fakat şeytani icatlarla hem kendilerinin hem diğer mahlukat nesillerinin yok olmasına sebebiyet verdiklerini işaretlerle izah etti. Ve ondan sonra elindeki resmi göstererek bunlara kavuşacaksın dedi.
BEN ŞUNA İNANDIM Kİ; Merihlilerin dünyamızı keşfedişleri üzerinden henüz fazla bir zaman geçmemiş. Onların bizim Dünya insanlarının dil ve yazılarını öğrenmek istediklerini düşündüm.
Merih dediğimiz Dünya, Merihlilerindir. Merihliler, üzerinde yaşadıkları o alemi, kendilerine ram etmiş bulunmaktadırlar. Merihliler isteseler bizim küreyi, arzımız gibi birçok dünyaları fethedebilirler. Onları o kadar iyi biliyorum ki, dünyamız bir felakete uğrasa ellerinden geldiği kadar bizleri kurtarmak için yıldırım hızıyla bize ulaşacaklardır. Çünkü daima bizi kontrol ediyorlar.
ŞUNU KATİYETLE SÖYLEYEBİLİRİM Kİ; üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye’nin mutlu insanları ve ishak seslerinin arşa yükseldiği ülkeler halkı bir gün göklerden gelen bu insanlarla karşılaşırlarsa hiç korkmasınlar.
Ben, bulunduğum odada otururken içeriye Natiyen girdi ve feza haritasını çıkararak küreyi arza doğru, işaretle harekete hazır olduğumuzu bildirdi. Bilgin önde olmak üzere birlikte üst kata çıktık, orada binlerce Merihli toplanmıştı. İçlerinde kadınlar ve çocuklar vardı. Birden bulunduğumuz terasın üst kısmı kapandı. Koltuğa oturmam için işaret ettiler. Az sonra karşımda büyük bir cam ekran hasıl oldu.
Tıpkı televizyon gibi, çok daha muazzam şekilde filme alınmış dekor ve manzarayla karşılaştım. Birde baktım ki büyük ekranda kendimi, Zetübiyer’de dolaştığım yerleri ve benimle birlikte bulunanları seyrettim. Bu bittikten sonra feza da başka bir Dünyayı daha gösterdiler. Bu ikinci dünyanın da Merih gibi ilerlemiş fakat, hunhar ruhlu insanlar olduğunu yaptıkları şu savaşla anladım; o hunhar ruhlu insanlar Merih’in 12 bölgesini birden taarruza geçtikleri ve fezadan büyük bir süratle yaklaştıklarını gördüm. Buna rağmen Merihlilerin ani bir süratle bu taarruz haberini nasıl almışlarsa, derhal onların üzerine saldırdıklarını ve fezada müthiş bir savaşa tutuştuklarını, onları kendi Dünyalarına kadar sürdüklerini, bununla da yetinmeyip, o dünyayı büyük kuvvetlerle ve hava gemileri ile inişler yaparak, işgal ettiklerini dehşetle seyrettim.
O MUAZZAM TELEVİZYONDA 2 DÜNYA ARASINDAKİ SAVAŞ HALİ SONA ERİNCE MERİH’LE BİZİM DÜNYAMIZI YAN YANA GÖSTERDİLER. BU ŞEKİLDE KÜREYİ ARZA DOSTLUKLARINI BİLDİRMİŞ OLDULAR. Ve ayrılma vakti gelmişti, maskelerimizin yüz kısımları şeffaf cama benzediğinden birbirimizi çok iyi görebiliyorduk. Tam yukarı çıkacağım esnada elimle; “Allah’a ısmarladık.” işareti yaptım. Onlar da büyük kalabalıklar halinde gayet hoş bir sesle; “ULAHULA ULAHULA” diye bağrıştılar.
Zetübiyer’den o medeni alemden çok uzaklaşmıştım.
16 temmuz 1951 yılının ikindi vakti Dünya atmosferine yaklaştık. Önce mavi bir küre sonra yer ve denizlerin ortaya çıktığı kendi Dünyamızın tam üstündeydik.
Birden Torosların Aladağ silsilesi göründü. Feza gemimiz ses çıkartarak yere inmeye başladı. Üç kuvvetli çelik ayak dışarı fırladı. Kendimi derhal yere sarkıtmak suretiyle yere atladım. Benden sonra Şefle bir arkadaşı indi, başımdaki maskeyi çıkardım. Bu sırada iki Merihli yardım ederek kol ve ayaklarımdaki büzgeçleri çıkardılar.
Geminin Şefi olan Zaani, cebinden güvercin yumurtasına benzer biraz büyük açık mavi renkte yuvarlak bir cisim çıkardı. Müteakiben bir Dünya haritası çıkartarak yere serdi.
Harita plastik bir cisimden yapılmışa benziyordu ve Dünyanın her yeri kolayca tanınabiliyordu. Haritanın şeffafiyetiyle okyanusların dibindeki cisimler aynen su altında duruyorlarmış gibiydi. Cisim çıplak gözle bakıldığında hiç bir ışın belli olmuyordu. Ancak haritadaki çizgilerden o cismin görünmez ışınlar neşrettiği anlaşılmaktaydı.
ŞEF ZAANİ, yaptığı işaretle, biz bu ışınlar vasıtasıyla sizin Dünyanızın her yerini çabucak kestirebiliyoruz demek istemişti. Ancak, bu küçücük cismin içinde ne olduğu meçhuldu, bunu ancak kendileri biliyorlardı.
Daha sonra onlar gemiye çıktılar ve kendilerince verdikleri selamı verdiler. Gemi oradan uzaklaşmam için bir müddet çalıştırılmadı. Derhal 50 adım koşarak tepenin altındaki büyük kayanın yanında durdum. O vakit gemi, evvela madeni istinat ayaklarını bir anda içeri çekerek çalışmaya başladı. Önce kısa mesafeli hareli ışıklar yandı. Bilahere açık mavi bir renk alarak aniden havalandı. Gözle takip edilemeyecek çok müthiş bir süratle fezanın sonsuzluğu içinde kayboldu.
Saatime baktığımda 17:30’u gösteriyordu.
Akşam saat 20:00’da ağıla vardım. O tarihlerde JANDARMA KUMANDANI idim. Görevim icabı sık sık belirli gün ve saatlerde köy ve kırlarda vakit geçirirdim. Bu kayboluşlarım beni tanıyanlar tarafından daima makul karşılanırdı.
Artık Merih’e yaptığım seyahat hatıralarımı yazma zamanımın geldiğine kani oldum. Yakınlarımın ve beni tanıyanların, Merih Gezegenine gidip dönüşüme inanmayacakları ve hakkımda bir takım yersiz isnatlarda bulunacakları endişesi vardı. Bu sebeplerden dolayı başımdan geçenleri kimseye bahsetmedim.
İŞTE, MERİH’E AİT SEYAHAT HATIRALARIMI GEÇTE OLSA, İNSANLIĞA FAYDALI OLUR GAYESİ İLE AÇIKLAMIŞ BULUNUYORUM.
Yazan, Emekli Binbaşı Ali KOCAER — İl Basımevi – Kütahya 1966
“Merih’e Nasıl Kaçırıldım” kitabından alıntı edilip, derlenerek aktarılmıştır.