KİM BU GÖZCÜLER?

İbrani folklorunda adları “Nefilim”. Eski Mısır’da “Neter” olarak adlandırılıyorlar. Sümer, ilk kez adlarının duyulduğu yer. Bütün bu kültürlerde ortak olan ve “Gözcü” olarak nitelenen bu “sıradışı” varlıklar birer mit mi, yoksa gerçek mi?
Kim bu “Gözcü”ler ?

İbrani mitlerinde ve Tevrat’ta onlara “Nefilim” diyorlar. Eski Mısır’da adları, “Neter”. Sümer mitlerinde “Anunnaki” diye geçiyorlar. Diğer yandan “Sumer” sözcüğü, “Gözcü’lerin ülkesi” anlamına sahip. Hangi adla anılırlarsa anılsınlar, bütün eski kültürlerde ve bu kültlere ilişkin mitlerde başrol onların. Eski diller uzmanları, Antik Çağ kültürlerine şaşılacak biçimde net biçimde damgasını vurmuş bu esrarengiz varlıkların, neredeyse bütün eski uygarlıklarda “gözcüler” olarak adlandırıldıklarını söylüyorlar. Sözünü ettiğimiz dönem, İsa’dan en az 3000 yıl öncesi. İyi ama, “geç neolitik” olarak adlandırılan dönemin bütün uygarlıklarının literatürlerine benzer ifadeler ve anlatılarla girmiş bu “Gözcü”ler kimler? Neyi ya da kimi “gözlüyorlar”? Bütün bunlar yalnızca antik Çağ insanlarının düşgüçlerinin bir ürünü mü, yoksa gerçekten bugün anıları silinmiş, izleri bulunamayan, haklarında hiçbir şey bilmediğimiz birileri, bu gezegende yaşamışlar mı?

Mitler ve gerçekler
Sürekli vurguladığımız gibi, bilginin az olduğu ya da bazen üzerinin örtüldüğü yerlerde, spekülasyonların başını alıp gitmesini engellemek mümkün değildir. Bilimsel yöntemlerden, bilimsel şüphecilikten (scepticism) ve somut bulgulardan başkasına güvenmemekten söz ederken, aynı şüpheciliği şu anda bildiğimizi varsaydığımız alanlara uygulamamak, bazen spekülasyonlardan da olumsuz sonuç verir. Bilim eğer “gerçeği aramak” amacını içeriyorsa bizler için, bu aynı zamanda kurumlaşmaya, bilimsel otokrasiye de karşı çıkmamızı da gerektirir. Herhangi bir alanın “spekülasyona açık” olması bizi ürkütmemeli; verileri doğru okumak, burada anahtar sözcük niteliğine sahip. Ortodoks bilim ve akademisyenler, çoğu kez içinde bulundukları “bilimsel bürokrasi”nin ellerini kollarını bağlayıcı hantallığı ve “ağaçlardan ormanı görememe” alışkanlığı nedeniyle; yeni ve sarsıcı düşüncelere baştan olumsuz tepki vermeye eğilimlidirler. Hele bu, onların “Akademisyenler Olimpos’u”nun dışından geliyorsa. Arkeoloji ve arkeoastronomi, yirminci yüzyılın başlarından bu yana bu sorunu yoğun biçimde yaşıyor. Sıradışı olduğu varsayılan düşünce ve teoriler yalnızca dışlanmakla kalmıyor, bir de aşağılanıyor kendilerini “bilimsel şüpheci” diye adlandıran ortodoks çevrelerde. Oysa tarih, uzun ve yavaş bir yürüyüş. Geniş dilimler halinde onu incelediğimizde, her aşamasında ortodoksinin engellemelerini ve inanılmaz tutuculuğunu fark ediyor, ama uzun vadede “sıradışı” varsayılan fikirlerin yaşadığını görüyoruz.

“Neter”ler ya da “Gözcüler” sorunu da yirminci yüzyılın bitmeyen tartışmalarından biri. Dogmalarla gözünü bağlamayan ve açık fikirli olmaya çaba gösterenler, bugün “mitler” deyip geçtiğimiz anlatıların bu denli geniş bir coğrafyada ve neredeyse birbirinin aynı ayrıntılarla varolmasından yola çıkarak, bu metinlere daha farklı bakmamız gerektiğine işaret ediyorlar. Oysa ortodoks bilim akademisyenlerinin yaklaşımı, oldukça farklı. Onlar, eski toplumları bütünüyle çözümlediklerine inanıyor ve ekliyorlar: “Din dindir, mitoloji de mitoloji. Bunları gerçek tarihsel olgularla karıştırmayın.” Bunu söylerken de, bilerek ya da bilmeyerek, bugünün egemen dinlerinin yörüngesinde duruyorlar. Eşine az rastlanır bir ikiyüzlülük ve çifte standart uygulaması bu. Bir yandan somut bilimsel bulgular dışında hiçbir şeye prim vermemekten söz ediyorlar, bir yandan da yaşadıkları çevrenin egemen diniyle sürtüşmemeye çaba gösteriyorlar. Bunun kendilerine göre “etik” bir yolunu da bulmuşlar: “Bilim ayrıdır, din ve inanç ayrı.” Oysa “inanmak ve inanç” sözcüklerinin egemen olduğu bir kültürde bilim ve bilginin her zaman bu çifte standartın gölgesinde kalacağını bilmezden geliyorlar. Ama ne gam; “bilimsel” kurumların birçoğunun bütçesini, Kilise’yi destekleyen holdingler, hatta bazen bizzat dini vakıflar sağlıyor. Çoğu üniversitede kürsü başkanları arasında en az bir musevi var. Bilimin “beşiği” olduğu varsayılan ABD’de halkın ezici bir çoğunluğu İncil’e bütün kalbiyle inanıyor. Ortalığı bulandırmanın anlamı var mı şimdi?

“Gözcüler” sorunu, Antik Çağ tarihi ve modern arkeolojiye ilişkin en kilit noktalardan biri. Bir biçimiyle, felsefe ve ilahiyat akademisyenlerini, hatta dilbilimcileri de bu tartışma çemberi içinde düşünebiliriz. Şimdi, bu uzun girizgahtan sonra meseleyi olabildiğince yalın biçimde ortaya koyalım:

Eski Mısır’ın “Neter”leri
Bütün Antik Çağ metinlerinde, kendi tarihlerini derleyen toplumlardan kalmış belgeler, geriye doğru giden kronolojilerinin sıfır noktasına, net olarak çözümlenemeyen bir tür “başlangıç dönemi” yerleştiriyorlar. Bu, onların tarihlerinde, “yönetimin tanrılardan insanlara geçmekte olduğu” bir ara dönemi belgeliyor. Belirsiz bir başlangıç döneminden beri bizzat “tanrılar” tarafından yönetildiğini söyledikleri ülkelerinin, bu ara dönemde “Gözcüler” adı verilen üstün yaratıklarca yönetildiğini ve sonuçta krallığın insanlığa devredildiğini anlatıyorlar. Eski Mısır’da bunların adı, “Neter”ler. Son olarak Osiris’in oğlu Horus tarafından yönetilen ülke, belli bir dönem sonrasında, bir “Kral yaratma” (Kingmaker) töreninden sonra insanlara bırakılıyor ve Neterler geri plana çekiliyorlar – sonra da, izleri siliniyor. Bu ilk “insan kral”, bugün arkeolojinin değişmez bir gerçek biçiminde kabul ettiği, Firavun Menes. Bildiğimiz, yazılı tarihe göre İ.Ö 3100 dolaylarında Yukarı ve Aşağı Mısır’ı bir tek ülke halinde birleştiren Menes, Mısır tarihinde “Hanedanlar Dönemi” denen bir evrenin de başlatıcısı.

Mısır kronolojisi üzerine bildiklerimiz, iki ana belgeye dayanıyor: Bunlar Mısırlı tarihçi Manetho’nun yazdığı krallar listesi ve bugün “Torino Papirüsü” olarak bilinen bir yazıt. Her iki belge de birbiriyle uyumlu. Bu sayede arkeologlar ve ejiptologlar, Mısır’ın kronolojik gelişimini formüle edebiliyorlar. Buna göre, Firavun Menes’le başlayan Hanedanlar Dönemi, alt evrelere ayrılıyor: Eski Krallık, 1. Ara Dönem, Orta Krallık, 2. Ara Dönem (Hiksoslar Devri) ve Yeni Krallık. Bugün okutulan tarih kitaplarında da bu kronolojik düzen aynen böyle. süreç içindeki arkeolojik bulguların Manetho’yu ve Torino Papirüsü’nü doğrulaması sayesinde, Yeni Krallık ve sonrası, neredeyse bütünüyle tarihlenebilmiş durumda. Eski Krallık’ta, en fazla 150 yıl yanılma payıyla arkeologlar hanedan listesini ve Kralları sıralayabiliyorlar. Yani bu iki belge, doğruluğu desteklenmiş veriler içeriyor. Bütün sorun da aslında burada: Çünkü Manetho’nun listesi ve Torino Papirüsü, yalnızca hanedanlar dönemi Mısır’ını değil, ondan çok daha öncesini de kronolojik sıra içinde sunuyor. Yalnız burada yöneticiler insanlar değil, Neterler. Normal insanlara göre çok daha uzun yaşayan, ülkeyi binlerce yıl yöneten, esrarengiz varlıklar. Ejiptoloji ve modern arkeoloji bunun üzerine ne yapıyor? “Alt paragraflarını” tartışmasız biçimde kabul ettiği ve bulgularla doğrulanan bir tarihi yazıtın “üst paragraflarını” ya yok sayıyor, ya da “Bunlar mitoloji” deyip işin içinden çıkıyor. Neden? Çünkü hayranlıkla benimsediği alt paragraflarda “normal insan”lar krallık yapıyor; üstteyse, kim oldukları anlaşılamayan üstün yaratıklar. Böylece bilimsel ortodoksi, aynı belge üzerinde işine gelen bölümü “olgu” diye benimseyip dosyalarken, işine gelmeyen, çünkü anlayamadığı, işin gerçeği “dini inanışlarına aykırı düşen” bölümleri “mitolojik” bulup ayıklıyor!

Mezopotamya’da aynı şeyle karşılaşıyoruz: Layard ve Wooley’nin yaptığı araştırmalarda, son derece değerli ve ilgi çekici kil tabletler ele geçiyor. Bunlar, Sümer Kral Listeleri olarak adlandırılıyor. Aynı Mısır’da olduğu gibi, listenin en üst sırasında, yani “normal krallar”dan önce, her biri neredeyse 10.000 yıl, 15.000 yıl yaşayan yöneticiler var. Bunlar, “Tufan’dan önce” uzun süre ülkeyi yönetmişler, sonra insanlara devretmişler. Babil metinleri bu olayı “Krallık gökten indiğinde” gibi bir deyişle açıklıyor. Bütün Mezopotamya’da aynı kült var aşağı yukarı. Bulunan belgeler, “en eski metin” olduğuna inanılan Tevrat’ın, Tufan başta olmak üzere bir sürü temayı Sümer ve Babil anlatılarından ödünç aldığını ortaya koyarak Kilise’de ve dini çevrelerde buz gibi rüzgarlar esmesine neden oluyor. Üstelik, Tufan öncesi ülkeyi yöneten “tanrılar”dan söz ediliyor, tek bir tanrıdan değil!

Bu durumda ortodoks arkeoloji ne yapıyor? Mısır’da yaptığının aynısını. Yani Sümer Krallar Listesi’nin “normal insan ömrüne sahip” kralları doğru kabul ediliyor ve belgenin bu bölümü “somut bulgu” sınıfına sokuluyor ama Tufan öncesi ülkeyi yönettiği anlatılan, 200.000 yıl hüküm sürmüş “tanrılar” ve onların sonrasında, “ara dönem”de insanlara yönetimin geçişini üstlenen ve denetleyen “Gözcü”ler, “mantıksız” bulunarak “mitoloji” sınıfına sokuluyor yine. Aynı belgenin alt kısmı doğru, üst kısmı “masal”!

Enoch’un şaşırtıcı hikayesi
Benzeri durum, Tevrat’la ilgili incelemelerde de söz konusu. Mezopotamya bulgularından sonra, çok daha eski metinlerden esinlendiği belli olan Tevrat, bütün o eski metinlerdeki “Tanrılar” sözcüğünü tek bir “Tanrı” olarak düzeltmiş. Bu arada, Tanrı’ya verilen sıfat ve onun genel adı, “Efendi” ya da “Sahip” anlamına gelen “Lord” sözcüğünde somutlanıyor. Yahudi toplumunun mesken tuttuğu bölgenin eski mitleri, büyük tanrı Baal’den söz ediyor. “Baal”in sözlük anlamı da “Efendi” ve “Sahip”. Aynı sıfatların, daha sonraki yıllarda bütün Batı toplumlarında yöneticiler için kullanılması ilginç. Ama daha ilginç olan, bütün o eski anlatıları ayıklayarak “Tanrılar” sözcüğünü “Tanrı” olarak tashih eden Tevrat’ın, birkaç yerde bunu unutması. “Elohim” sözcüğü, Tevrat’ta birkaç kez geçiyor. İbranicedeki anlamı, “ilahlar”; yani, “çoğul” bir sözcük. İlahiyatçılar bunun tartışma konusu yapılmasına bile karşı çıkıyorlar – arkeologlarsa, sessiz. Ama bundan daha kafa karıştırıcı olanı var: Yaratılış (Genesis) bölümünün 6. Bab’ında “O günlerde ve sonrasında da, dünyada Nefilimler vardı” diye bir ifadeye rastlıyoruz. Sözü edilen zaman, Tufan’dan öncesi. “Nefilim” sözcüğü, İngilizce’ye “devler” diye çevriliyor. Oysa İbranicedeki fiil yapısına göre tam ifadesi, “yukarıdan aşağıya inmiş olanlar”. Yaratılış’taki hikayede “devler”in hiçbir anlamı yok – daha sonra da Nefilim sözcüğüne rastlanmıyor zaten. Sanki “araya yanlışlıkla girmiş” gibi bir sözcük. İğreti duran, ne anlatmak istediği belli olmayan bir ifade. Oysa aradan yıllar geçip 1947’de Ölü Deniz yakınındaki bir mağarada orijinal el yazmaları bulunduğunda, “Nefilim”in aslında son derece önemli, neredeyse kilit denebilecek bir kavram olduğu çıkıyor ortaya. Bunun yanı sıra, Tevrat’ın din adamlarınca “edit edildiği” de anlaşılıyor. Çünkü İ.Ö 4. yüzyıldan kalma yazıtlar arasında yer alan ve daha önce Etiyopya’daki Kutsal Kitap’ta rastlanmış olan kopyası “sahte” sanılan “Enoch’un Kitabı”nın orijinal nüshası da bulunuyor Ölü Deniz mağaralarında.

Yaratılış’ta yalnız birkaç satırda adı geçen ve “Tanrı’yla birlikte yürüdüğü” söylenen Enoch’un, aslında son derece ilginç bir hikayesinin olduğunu ve Tevrat’tan çıkarılan bu parçaların “Nefilim” sözcüğüne de açıklık getirdiğini fark ediyoruz. Boşluklar Enoch’un Kitabı’nda yazanlarla doldurulduğunda, Bap 6’nın aynı satırında sözü edilen “..ve Tanrı’nın oğullarını insanın kızlarını gördüler ve onlar güzeldi. Onları kendilerine eş seçip onlardan çocuk sahibi oldular” ifadesi de anlamlı hale geliyor. İlahiyatçıları, dilbilimcileri ve tarihçileri yıllardır uğraştıran “Tanrı’nın oğulları” ile insanın kızları arasındaki ilişki Tevrat’ta yalnızca o cümlede geçiyor ve bir daha sözü edilmiyor. Ama Enoch’un Kitabı’nı okuduğumuzda, bunun müthiş sonuçlar doğuran bir olay olduğu çıkıyor ortaya. Evinden, ailesinden ayrılan ve “Tanrı katında” yaşamını sürdüren Enoch, “Gözcülerden” söz ediyor anatısında. Bunlar, Tanrı ile insanlar arasındaki ilişkinin bazen “ara halkası” olma görevini üstlenen, insanlara nezaret eden, üstün varlıklar. Ama hepsi, “emir kulu” sonuçta. Enoch’un ayrıntılı olarak anlattığı hikayede, bir gün bunlardan birinin dünya üzerindeki “gözcülük” görevi sırasında “insan kızları”nı arzuladığı ve bu fikrini diğer “gözcü”lere de söylediği belirtiliyor. Bir grup Gözcü (ya da Nefilim – “yukarıdan inen”) aralarında karar alıyor ve yemin ediyorlar: Hepsi insan kızlarıyla sevişip onlardan birer karı alacak ve bu bir sır olarak kalacak. Çünkü öğreniyoruz ki, yapılan aslında “yasak”. Sonuçta bu birleşmeden “melez” çocuklar doğuyor ve genetik sorunlar yüzünden bu çocuklar sağlıksız, vahşi, garip yaratıklar oluyorlar. Diğer yandan, “insan kızlarıyla” birlikte oldukları süre boyunca Nefilimler, onlara bilgi aktarıyor, bir şeyler öğretiyorlar ki, bu da çok büyük bir yasağı çiğnemek anlamına geliyor. Sonuçta Tanrı hem Nefilimleri cezalandırıyor, hem de yarattığı Tufan’la insanları.

Sümer ve Babil metinlerini bulmuş olmamız, Enoch’un kitabının da, Tevrat’ın diğer bölümleri gibi Mezopotamya anlatılarından esinlenilerek, daha doğru bir deyişle bunlar “revize edilerek” yeniden yazıldığını anlıyoruz. Ama bu, bir garip durumu fark etmemize engel değil: Çok eski zamanlarda “Gözcü”ler denen birilerinin dünya üzerinde dolaştığı ve yaptıklarıyla dünyadaki hayatı derinden etkilediğine ilişkin en az on toplumun kültüründen gelen tanıklıklar var elimizde. İşin en kafa bulandırıcı yanı, çok benzeyen anlatılara, Antik Yakın Doğu’yla fiziksel teması hiç bulunmadığı varsayılan eski İnka ve Maya folklorunda da rastlıyoruz! Şimdi, bütün bunlara “Mitoloji işte canım” deyip, elimizin tersiyle bir yana mı itmemiz gerekiyor, “bilimsel tavır” sergilemiş olmamız için. Yoksa eski metinleri farklı bir bakışla bir daha inceleyip, “Kim bu Gözcüler?” diye sormak mı daha mantıklı bir davranış…

Alıntıdır…

Yazar Hakkında |

1980 yılında Kocaeli'nde doğdum. Yaklaşık 13 yıldır tasarımla uğraşmaktayım. Çok küçük yaşlardan beri Uzay ve ötesine olan ilgim doğrultusunda, merakımı gidermek ve bilgi sahibi olmak amacıyla bu konular üzerine yıllardır araştırma yapmaktayım.

Start typing and press Enter to search