Yaklaşık bir yüzyıldır pozitif, ‘olgu’ bilimin yararlarını mühendislik ve tıp alanlarında görmekteyiz. Olguculuk, tarihsel olarak, Avrupa’da Aydınlanma dönemi ile gelişen yeniçağ bilimlerindeki başarıların bir sonucudur. Deney ve gözleme dayanan olgu bilimin en güçlü aleti ise matematiktir.
Doğayı açıklamak için kullanılan matematik büyük çapta insan ürünüdür. Doğada sadece ‘Rasyonel’ ve ‘İrrasyonel’ dediğimiz pozitif sonlu ve sonsuz sayılar vardır. Örneğin tam sayılar ve tam sayıların bölümünden oluşan kesirli sayılar rasyonel iken ‘pi’ sayısı veya ‘kök 2’ sayısı irrasyonel sayılardır. Öte yandan, eksi sayılar ve sanal sayılar doğada yoktur. Hatta sıfır sayısı bile yoktur doğada. Boşluk olarak tanımlanan ‘vakum’ kesinlikle mutlak boşluk değildir. Zira doğa boşluğu sevmez. Yıldızlar arasındaki hava boşluğu aslında elektromanyetik enerji ile dolu olup boş değildir. Yani sıfır kavramı da insan zihninin yarattığı bir düşünce ürünüdür. Şu halde doğayı açıklamak için kullanılan matematik de insan zihninin ürünüdür.
Yirminci yüzyılın başlarında geliştirilmiş olan Kuantum kuramına göre gözleyen ve gözlenen birbirinden ayrı ve bağımsız değildir. Biz (bilim adamları) bir doğa olayını gözlerken onun bir matematik modelini yaparak anlamaya ve açıklamaya çalışıyoruz. Yani, akıl ve mantığımızı kullanarak doğanın kendisini değil, kendimizi, kendi zihnimizi ortaya koymuş oluyoruz. Örneğin, ışık ile yapacağımız bir tür deney bize ışığın dalgasal bir yapıya sahip olduğunu söylerken, bir diğer farklı deney ise ışığın küçük enerji paketleri olan ve parçacık gibi davranan foton’lardan meydana geldiğini söyler. Şu halde ışık hem dalga özelliğine sahiptir hem de parçacık.
Sadece ışık değil tüm ‘madde’ dediğimiz nesneler dalga ve parçacık özelliği gösterebilirler. Zira her nesne aslında bir enerji türüdür. Enerji türleri ise kesin hudutlarla belirtilemeyen ve sürekli değişim içinde olan yapılardır. Kuantum kuramı maddeyi enerji olarak tanımlar ve maddeler arası etkileşimleri enerji alanlarının etkileşimi olarak görür. Demek ki tüm evreni birtakım enerji alanlarının ortamı olarak görebiliriz. Hareket ise enerji alanları arasında bir çeşit alış-veriş veya dalgalanma olarak açıklanabilir.
Aynı durum insanlar için de söz konusudur. Her insan bir enerji alanıdır. Her insan çevresi ile sürekli enerji alış-verişi yapmaktadır. Beslenmeden tutun da büyümeye, hatta düşünmeye kadar her hareketimizde bir enerji alış-verişi vardır. Fiziksel bedenin çevresinde de göze görünmeyen bir enerji alanı bulunmaktadır.
Bu alan da çevredeki diğer enerji alanları ile etkileşir, titreşime girer ve rezonansa ulaşır. Bu olayı aynı titreşen bir diapazonun diğer bir diapazonu da titreştirmesine benzetebiliriz. İki diapazon aynı rezonans frekansına sahipse birine vurduğumuzda diğerinden de ses gelir.
Kuantum kuramı için ‘zaman’ ölçülebilir bir büyüklük değildir. Mutlak zaman diye bir şey yoktur. Zaman her cismin bulunduğu uzay bölgesine ve hızına bağlı olarak değişen göreli bir kavramdır. Ancak zaman tamamen hayal ürünü de değildir. Sadece sürekli değişebilen yumuşak bir yapı olduğunu bilmek ve zamana fazlaca önem vermemek gerektiğini belirtmek istiyorum.
Önemli olan ‘an’dır. Her olayın oluştuğu an önemlidir. Bizler sürekli an içinde varlığımızı sürdürürüz. An kavramı ise noktaya benzer. Nasıl ki noktanın boyutu yoksa an’ın da boyutu yoktur. Zaman ise bir süre içerdiğinden çizgi gibidir. Nokta boyutsuz olup çizgi tek boyutlu bir yapıdır. Bunlar birbirine indirgenemez. Aynı şekilde zaman da an’a indirgenemez. Fakat an denilen noktasal zamanın sonsuzluğa açılabilen bir özelliği vardır. Diğer bir ifade ile, an içinde kalabilen insan zaman ötesi ilişkilere girebilir. Bu tür yerel olmayan ilişkileri Kuantum kuramı da kabul etmektedir. Kuantum Kuramı şu savı doğrulamıştır:
“Eğer bir yapı başlangıçta bir bütün oluşturmuş ise, o yapıyı parçalasanız dahi parçalar arasında etkileşim yerel olmayan bir biçimde devam eder .”
Bu ifadenin anlamı şudur. Bütünü oluşturan parçalar, bütünden ayrılsalar dahi bütünle etkileşmeye devam ederler. Parçalar bütünden tamamen bağımsız bir varlık sürdüremezler. Parçalar arası ve bütün ile parçalar arasında yerel olmayan bir etkileşim vardır. Parçalarda hem bütünü hatırlayan (asıl yapıyı unutmayan) özel bir hafıza vardır hem de yeni dış etkilerden birbirlerini haberdar etme yeteneği vardır. Bu özel hafızaya “korunum yasası” da diyebiliriz. Doğa varlığını korunum yasaları sayesinde sürdürür. Eğer korunum yasaları olmasa ne madde oluşur ne de düzgün hareket.
Bir örnek olarak dünyanın güneş etrafındaki dönüşü vereyim. Dünya güneş etrafında düzenli bir şekilde döner. Ne güneşin içine düşer ne de kopup uzayda kaybolur. Dünyanın dönüşünden oluşan ‘merkezkaç’ kuvveti ile güneşin çekim kuvveti her an dengededir. Ancak dünya bir daire boyunca dönmez, bir elips boyunca döner ve güneş bu elipsin odak noktalarının birindedir. Bu nedenle dünyanın hızı değişkendir. Güneşe yaklaşırken hızlanır, uzaklaşırken yavaşlar.
Nedeni ise açısal momentumun korunumudur. Eğer bu korunum yasası olmasa mevsimler bu kadar düzenli olmaz, dünya yörüngesinde kalamazdı.
Korunum yasaları parçalar ile bütün arasındaki yerel olmayan ilişkinin devamını sağlarlar. Eğer bu parçalardan herhangi birine bir dış etki olursa bütün anında etkilenir ve bu dış etkiden haberdar olup kendini yeniden düzenler.
Evren de aynı şekilde bölünmez bir bütündür. Bizim uzayda ayrı birer nesne olarak gözlediğimiz yıldızlar, nebula ve galaksiler belli bir dönemde bir arada bir ateş topu şeklinde bir bütün oluşturmakta idiler. Bu ateş topunun etrafa saçılıp genişlemesi sonucu bugünkü evren oluştuğuna dair görüşler ve işaretler vardır. Uzayda görünen her cismin bir ilk büyük patlamadan oluşmuş olduğu iddiası vardır. Bu görüş doğru ise eğer, evrende her nesne diğer her nesne ile yerel olmayan bir iletişim içindedir. Her nesne aynı zamanda enerji olduğundan evrende bütünlüğü sağlayan evrensel enerjinin varlığından söz edilebilir.
İnsan istediği takdirde evrensel enerjiyi harekete geçirip yerel olmayan bir iletişim kurabilir. Buna ‘Niyet Yasası’ diyebiliriz. Bu yetenek her insanda vardır, ama istek olmadıkça yetenek harekete geçmez. İnsan kendini beş duyu ile kısıtlamadığı takdirde niyet yasasını harekete geçirerek birçok açıklanması zor olan işler başarabilir. Öncelikle an içinde bulunmak ve trans (vecd) haline geçerek zaman kavramından uzaklaşmak gerekir. Bu yasayı harekete geçirebilen Asya Türklerinin Kam dedikleri şaman kişilerden söz edebiliriz. Kamlar manevi güçlerini kullanabilen ve bu sayede elde ettikleri bilgileri uygulayabilen insanlardır. Kamların evrensel enerjiye hâkimiyetleri şu alanlarda belirir.

  • Hastalıkların tedavisi (Şifacılık).
  • Ruhsal irtibatlar (Medyumluk)
  • Kehanet çalışmaları (Duyular ötesi algılar).
  • Doğa olaylarını etkileme.
  • Diğer insanlarla ruhsal etkileşme.

Tüm bu faaliyetler Maji (İlm-i-Ledun) olarak algılanmış ve pozitif bilim tarafından ret edilmiştir. Ancak insanın kendi hayrına olduğu kadar bütünün hayrına yapılan bu tür faaliyetler Niyet yasası sayesinde olur. Örneğin, şifacılıkta önemli olan hasta kimsenin şifa bulmak için gösterdiği istektir. Bu istek olmadan şifacı başarılı olamaz. Keza medyumluk da niyete dayanır.
İnsan istemedikçe kendisine hiçbir ruhsal bilgi aktarılmayacaktır. Duyular ötesi algılama da aynı şekilde niyet yasası sayesinde gerçekleşir.
Evrende bir de temel bir benzeşim olduğunu söyleyebiliriz. Çekirdek etrafında dönen elektronlardan oluşan atom ile güneş etrafında dönen gezegenlerden oluşan güneş sisteminin benzeşimi bir tesadüf değildir. Bu temel benzeşim adeta bir doğa yasası gibidir. İstek yasasını kullanarak Benzeşim yasası denebilecek bir mekanizmayı harekete geçirmek mümkündür. Doğa olaylarını ve diğer insanları etkilemek için yapılan törenlerde temel yaklaşım Benzeşim yasasıdır. Örneğin Avustralya yerli toplumlarında yağmur yağdırmak için yapılan törende katılanlar sağanağa yakalandıklarında yapacakları hareketleri taklit ederler.
Bu taklitte Benzeşim yasası geçerlidir. Benzeşme yoluyla taklit edilen gerçekleşecektir. Aynı şekilde, eski dönemlerde, bir insanı veya hayvanı etkilemek için ona benzeyen bir heykel veya resim yapılır ve benzeşim yasası ile simge üzerinde çalışılırdı. Örneğin eski mağara dönemi insanları ava çıkmadan önce avlamak istedikleri hayvanın resmini duvara çizer ve bir de mızrak saplarlardı. Böylece resim ile ertesi gün oluşacak gerçek olay arasında benzeşim yoluyla bir bağ oluşturmayı amaçlarlardı. Birçok eski mağara resim ve heykellerinin esas nedeni budur.
Bu tür yaklaşımda şu mantık geçerlidir. “Bugün nasılsa yarın da öyle olsun. Burada nasılsa orada da öyle olsun”. Görülüyor ki istek yasası ve benzeşim yasası uygulanırken ne zaman ne de mekân bir kısıtlama getirmiyor. Gerçekten de zaman ve mekân büyük çapta kendi kendimize akıl ve mantığımızla yarattığımız birer kısıtlamadır. Ruhumuz ne zaman ne de uzay ile kısıtlıdır. Ruhumuz evrenin enerjisi ile etkileşim haline girdiği takdirde hiçbir olayın tesadüf olmadığını anlar. “Tesadüf” dediğimiz şey, bizim olaylara nesnel olarak bakışımızdan kaynaklanır. Olayların uzay ve zaman içinde birbirlerinden bağımsız bir şekilde oluştuklarını varsaydığımız sürece tesadüfi bir şekilde geliştikleri kanısına kapılırız. Oysaki her varlık diğer her varlıkla sürekli bir ilişki içindedir. Bu gerçeği en iyi sezebilenler mistik yönlerini inkâr etmemiş olan kişilerdir.
Kaynak: Doç. Dr. Haluk Berkmen